Kazuo İshiguro Edebiyatı Üzerine Bir İnceleme

Kazuo Ishiguro Edebiyatı: Anılarımızdan Nasıl Doğarız? / Aynur Kulak

“Herkesin daha dünkü, bir evvelsi günkü olayları, insanları unutması çok garip. Sanki bir hastalığa yakalanmış gibiyiz hepimiz.” Gömülü Dev – Kazuo Ishiguro

Nobel ödüllü yazar Kazuo Ishiguro’nun yayımlanan yedinci romanı olan Gömülü Dev’den bir alıntı ile başlamak istedim. Hem kitaplarıyla dünya edebiyatı adına bizlere önemli bir külliyat sunan Kazuo Ishiguro 2017 yılında Nobel’i Gömülü Dev romanıyla aldığı için hem de Ishıguro edebiyatını bir tür geriye doğru hatırlama ve anlattığı hikâyeleri bu hatırlama mekanizması üzerine yapılandırma olarak tanımlayabileceğimiz için. Hafıza ile ilgili anılarımız nasıl doğar ve sonrasında biz bu anlılarımızdan nasıl doğarız sorularına verilecek en iyi yanıtlar da İshiguro romanlarında saklı.

Ishiguro’nın Nobel’den önceki son romanı Gömülü Dev haricinde romanlarını birinci tekil şahısla yazıyor ve eserlerinde kahramanlarını başarısızlıklarla taçlandırıyor. Aynı zamanda anlattığı hikâyeleri net çözümlemelerle bitirmiyor. Karakterlerinin yüzleştiği meseleler bir şekilde, hep geçmişle ilintili oluyor ve genellikle de çözüme ulaşmıyor. Nobel sonrası yayımlanan Klara ve Güneş’in de birinci tekil şahıs anlatısı üzerinden okuyoruz ve bu romanında da aynı güzergâhı izlediğini görüyoruz. İnsan neleri unutur ve neleri hatırlar noktasında oluşan hikâyeler duygular ne şekilde darbe aldıysa o darbeden geriye kalanlarla inşa ediliyor. Dolayısıyla yakalanan hastalılar genelde psikolojik düzeyde karşımıza çıkarken karakterler yaşadığı sürece sürecek olan bu psikolojik hastalıklar bir tür çözümsüzlük hissiyatını da beraberinde getiriyor.

Kazuo Ishıguro yapıtlarının sinemaya uyarlanması ve uyarlamalar esnasında takındığı tavır ile de (Kitaplarını senaryolaştırmak, kast oluşumunda önemli rol oynamak ve her gün filmi çekilen yapıtın setinde bulunmak gibi) ne derece şahsına münhasır olduğunu kanıtlıyor. Çok çalışkan, kontrol mekanizmalarını iyi yöneten bir kişilikle karşı karşıya olduğumuz aşikar fakat aynı zamanda onun edebiyatla olan ilişkisi ilk romanı olan Uzak Tepeler’den de anlaşılacağı üzere bir ustalık işinin yansıması olarak okurla buluşmuş. İlk roman itibariyle bu nasıl mümkün olabilir ki diye sorabilirsiniz. Kazuo Ishıguro kitapları üzerine yazdığım bu inceleme yazısı bunun nasıl olduğu konusunda hafızalarımızı tazeleyecek.

Uzak Tepeler

Uzak Tepeler Kazuo Ishiguro’nun yayınlanan ilk romanı. 2017 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan Japon kökenli İngiliz Ishigura, Dünya Edebiyat içerisinde ödülü acaba Japon olarak mı yoksa İngiliz kimliği ile mi aldı tartışmalarına maruz kalan bir yazar. Ödülün herkesin çok sevdiği Marukami’ye (Japon kimliği ile devam etmektedir yaşamına) gitmemesidir buna sebep elbet fakat; Ishigura’ya da çok fazla haksızlık yapılmaması kanaatindeyim. Külliyatını okuduğumuzda karşımızda çok iyi modern/çağdaş edebiyat örnekleri var. Romanları ayrı, öyküleri ise bambaşka diyebileceğimiz kadar uluslararası düzeyde iyi bir yazar Kazuo Ishiguro.

Uzak Tepeler bir ilk roman olmasına rağmen İshiguro’nun ustalık eseri. Bunun sebebini Yüksek Lisans derecesini yaratıcı yazarlık alanında yapmasına bağlayabiliriz. Fakat işin teknik ve kurgu kısmı bir yana; tematik olarak seçilen kavramların; -ülke, aile, çocuklar, ebeveyn olma, kayıp, yas, hafıza- çok iyi anlatılması ve yaratılan atmosfer ile hissettiğimiz duyguların birbirine sağlam bir şekilde çatılması Uzak Tepeler’i bir ilk kitap olmasına rağmen neredeyse kusursuz kılıyor. Şunu ilk etapta atlamadan söylemeliyim: İshiguro neredeyse tüm kitaplarında hikâyelerini (anlattığı hikâye ne olursa olsun) geriye doğru kurgulayarak (yeniden inşa ediyor diyebileceğim şekilde) anlatıyor ve özellikle çocuk karakterleri çok iyi gözlemlerle nefis analiz ediyor. “Yaşam geriye doğru inşa edilirken ileriye doğru akar.” şiarı tam da İshiguro’nun edebiyatı aracılığı ile vücut buluyor diyebilirim.

Hafızamız neden kendi hikâyemizi başkasının gibi hatırlamak ister? Çok büyük travmalar mı vardır bunun altında, suçluluk duygusu mu, ağır toplumsal trajediler mi? İngiltere’de yalnız yaşayan ve kızının yakın zamanda gerçekleşen intiharı üzerine geçmiş anılara daha fazla dolarak bir tür hafıza yolculuğuna çıkan Japon Etsuko’nun hikâyesine bu sorularla giriş yapmak istedim.

Etsuko’nun ikinci kocasından olan kızı Nikki, Etsuko’yu evinde ziyaret gelir ve Etsuko, ona, Nagasaki’de yaşarken Sachiko adında bekar bir anneyle yaşadığı kısa arkadaşlığı anlatır. Daha doğrusu Etsuko Amerika ile gerçekleşen sıcak savaştan sonra Nagasaki’de hayatlarını yeniden inşa etmeye çalıştıkları sıcak bir yazı yeniden hatırlamaya ve yaşamaya başlar. Bir süre sonra geçmiş zamana dair hatırlanan her anı Sachiko’nun küçük kızı Mariko tarafından yönetilmeye başlanır adete. Hareketleri, davranışları ve konuşması ile son derece tekinsiz olan küçük Mariko’da bizi rahatsız eden çok daha derinlemesine duygular olduğunu fark etmeye başladığımız anda Uzak Tepeler anlattığı hikâyenin detayları adına bambaşka bir yere doğru akmaya başlıyor. Romanın bu bambaşka yönleri romanda tekrar başa dönüp okuma isteği uyandırdı bende. Acaba doğru mu anlıyordum?

Geçmiş zamana doğru başlatılan hafıza yolculuğunda Etsuko’nun intihar eden kızı Keiko’ya hamile olduğunu öğreniyoruz . Arkadaşı Sachiko’nun küçük kızı Mariko ‘ya dair her şey bulanık, tekinsiz, gölgeli bir görüntü ve anlatı yolunda ilerlerken Etsuko/Sachiko ikilisinin aynı kişi olma olasılığını düşünmeye başlıyoruz. Küçük Mariko da Keiko olabilir mi aslında? Olabilir, ki kuvvetle muhtemel de öyle.

Fakat Etsuko neden kendi hikâyesini başkasının gibi hatırlamak istesin ki? Hikâyeyi bazılarımız hafızası güvenilir olmayan bir karakter diyerek açıklayabilir fakat Etsuko defalarca hafızasının ne kadar bulanık olduğundan ve bazı şeyleri karıştırmış olabileceğinden bahsediyor zaten. Hafızanın bulanıklığıyla ilgili bu türde bir nitelendirme, okuyucunun anlatıcıdan şüphe etmesine neden olmak yerine -ters psikoloji ile- okuyucunun anlatıcıya güvenmesine neden oluyor. Sonuçta okuyucu kendisine bir hikâye anlatıldığının farkında. İshiguro bu güvenli alana sırtını yaslayarak güvensizliklerle bezeli fakat son derece güvenli bir hikâye koyuyor önümüze.

Nagasaki’ye atılan atom bombası sonrası toplumun birbiriyle, toplumun dışarı ülkelerle, annelerin çocuklarıyla, çocukların anneleriyle, yani tüm ilişkilerdeki güvenlik duygusu zedelenmiş olabilir mi? Hafızalarda ve bilinçte büyük tahribatlar ortaya çıkmış olabilir mi? Atom bombası sonrası intiharların kat ve kat arttığını istatiksel olarak biliyoruz mesela. Fakat derin kayıplar ve kapatılamaz boşluklar için bilinç dışı sürekli olarak “bunların suçlusu sen değilsin, bu hikâyeyi sen yaşamadın onlar yaşadı ve yaşattı.” diyerek bir yansıma yanılgısının içine düşmüş olabilir mi?

Kazuo İsuguro yaşanan büyük felaketler sonrası meydana gelen acıların uzak tepeleri aşamayacağını işaret ediyor. Bunu böylesine yaratıcı bir hikâye ile, iyi kurgu ve anlatımla, okura güvenerek gerçekleştiriyor. Henüz okumadıysanız eğer İshiguro okumaya yazarın bu ilk kitabından başlayın lütfen.

Günden Kalanlar

“Eğer hayatlarımız tam da istediğimiz gibi gitmediyse, sonsuza kadar geriye dönüp kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz? Acı gerçek şu ki, sizin ve benim gibiler için, kaderimizi eninde sonunda, bu dünyanın merkezinde, hizmetlerimizi kullanan o büyük beyefendilerin ellerine bırakmaktan başka çok az seçenek var. Bir insanın hayatının gidişatını kontrol etmek için ne yapıp ne yapamayacağı konusunda bu kadar endişelenmesinin ne anlamı var?”

Kazuo İshiguro’nun İngiltere’ye dair bir dönemi, İngiltere’ye dair olan hizmetli kültürünü, İngiliz soyluluğunu, geleneklerini, İngiliz tutuculuğunu ve kurallarını, katı görev bilincini, yıllardır yapılan hizmete karşılık bir haftalık verilen izinle İngiltere kırsallarını ve tüm bunlardan dolayı aslında yaşanmamış, yaşanamamış olan aşkı anlattığı Günden Kalanlar ürkütücü derecede pastoral bir gerçeklik. Tüm bunların farkında olan ve tüm bu ayrıntıları son derece sakin, düzgün ve güzel bir üslupla anlatan baş uşak William Stevens’i sevmemek imkansız. Sinemada kendisini Antony Hopkins’in canlandırması onu daha da sevmemize sebebiyet veriyor kesinlikle. Ama bir yandan da sevemiyoruz bu adamı.

Williams Stevens, son kalan birkaç sadık baş uşaktan biridir ve hayatının çoğunu Darlington Hall’da Lord Darlington’un hizmetinde geçirmiştir. Savaştan ve lordunun ölümünden sonra malikanenin mülkiyeti değişir. Bay Farraday olarak bilinen Amerikalı yeni işveren personeli azaltır. Bay Farraday birkaç haftalığına Amerika’ya döndüğünde Stevens’a arabasını ödünç almasını ve kırsalda bir gezintinin tadını çıkarmasını söyler. Stevens İlk başta isteksizdir fakat malikanenin eski hizmetçisi Bayan Kenton’dan gelen bir mektup teklifi kabul etmesini sağlar. Malikanede yeniden çalışmaya dönmeyi önermek için onu ziyaret etmeye karar verir. Bu aslında yukarıda İngiliz olma adına saydığım unsurlardan dolayı yaşanmamış bir aştır ve Stevens yaşayamadığı tutkulara dair ne varsa Bayan Kenton’ın varlığı ile vücut bulacaktır.

Şöyle bir baktığımızda Günden Kalanlar’ın hikâyesi aslında son derece basit. Okurlar ve dünya edebiyatı nezdinde romanı özel kılan Stevens’ın ürkütücü bir karakter olacakken olamayışı. Olamayışı, çünkü o tam bir hizmetkar. Soylu İngiliz kültürünün, toplumsal yapısının tutucu öğeleriyle yetiştirilmiş bir adam. Ürkütücü olacakken olamıyor bu yüzden. Çünkü her ne olursa olsun sadık kalabilmek için, bir beyefendiden daha beyefendi, herhangi kuralcı birinden daha kuralcı biri olmak zorunda. Dipte kaynayan ürkütücü lavı görebilmemiz imkansızlaşıyor bu sebeplerden. Bu durumu daha iyi anlatabilmek için sadece Stevens’in şu sözlerini alıntılamam yeterli olacak sanırım.

“Kendi hatalarımı yaptığımı bile söyleyemem. Gerçekten – insanın kendine şunu sorması gerekiyor – bunda ne kadar onur var?”

Kazuo İsuguro’nun böyle bir karakteri ürkütücü bir karakter olarak dönüştürebilecekken dönüştürmemiş olması bile anlattığı kültürün ne derece katı, kuralcı ve ürkütücü olduğunu göstermesi adına tüyler ürpertici. Ben mi hikâyeyi böyle algılamak istiyorum bilemiyorum ama bir yandan da İshiguro’nun hep aslında gotik unsurlarla çevrelenmiş olan romanları (Uzak Tepeler -Beni Asla Bırakma mesela) ziyadesiyle ürkütücü olacakken bu durumu teğet geçmesi, yani tam olarak gotik unsurları duyumsamıyor olmamız, ortada böyle bir durum olmadığı anlamına gelmiyor.

Beni Asla Bırakma

İshiguro romanlarını gotik roman kategorisinde de konuşabiliriz. Konuşmalıyız hatta. Uzak Tepeler’i; üstü örtülü tüm unsurları, çocuk ve yetişkin karakterlerdeki tekinsiz ruh ve bilinçleri ile Günden Kalanlar’ı; Darlington Hall malikanesinin yüksek duvarları ve yüksek soylularının kusursuz baş uşak William Stevens’ı kusursuz, kuralcı ama mutsuz kılması ile, Beni Asla Bırakma’yı da yüksek duvarları ardında uzanan karanlık ormanlık alanı ve gelecek günlerin yüksek hedefleri uğruna geçmişleri, nereden geldikleri ve kim oldukları konusunda hiçbir şey bilinmeyen öğrencileri adına yatılı okul Hailsham üzerine kurgulanan hikâyesi ile. İshiguro edebiyatı gotik unsurların kıyısından kıyısından seyrini sürdüren bir edebiyattır. Modern gotik diyebiliriz yazarın bu tercihi için. Fakat yine de tüm maddeleriyle gerçekten gotik unsur anlatımları seçilseydi Ishıguro romanları nasıl olurdu merak etmiyor değilim.

Beni Asla Bırakma’nın baş karakteri 31 yaşında bakıcılık yapan Kathy ve ilaveten onun yatılı okul Hailsham’den arkadaşları Ruth ve Tommy demek isterdim ama romanın çok önemli bir baş karakteri daha var. Hailsham Yatılı Okulu. Gayet düzgün eğitim veren, dışarıdan bakıldığında gayet kusursuz olan şehirden uzaktaki bu eğitim kurumu öğrencilerine iyi bakan, sadece tüm kategorilerde iyi eğitim vermekle kalmayıp onları sanat, edebiyat, müzik alanında da teşvik eden bir kurum gerçekten. İşin garip tarafı bu çocuklar öğretmenler tarafından değil gözetmenler tarafından yetiştirilirler. Hafta sonları veya tatillerde evlerine gönderilmezler. Onlara sürekli dikte edilen “özel” olduklarıdır ve bedenlerine çok iyi bakmaları istenir. Fakat bu kadar “özel” yetiştirilmelerine rağmen çocukların kendilerini “özel” hissetmiyor oluşu hikâyenin karanlık taraftaki fitillerini ateşler.

Bu hikâyede aydınlık bir atmosfer yaratacak mıdır? Elbette hayır. Zaten Ishiguro metinleri ile ilgili -tam karanlık veya tam aydınlık anlamında- netlik olmadığından tam anlamıyla gotik edebiyat unsurundan bahsedemiyoruz. Yine de -yukarıda belirttiğim üzere- kıyısından da olsa romanın gotik olabilecek unsurlarını konuşmayacağımız anlamına gelmez.

İnsan kibrine Ishiguro’nun kendine özgü şifreleri çözücülüğü ile yaklaşmaya çalışıyoruz. Çünkü karşımızda yine İngiliz kuralları, tutuculuğu, sırları, duvarları ve koyu gri gölgeleri var. Savunmasız ve farklı olanlara nasıl davranıldığı ve bunun hafızamızda nasıl yer ettiği konusu bu romanda da karşımıza çıkıyor. Olası bir gelecek böyle mi yaratılmalı? Ya da yapılandırılmalı? Kathy, Ruth ve Tommy üçlüsü bu soruların peşine düşüyor. Nasıl sorular sorulursa sorulsun toplumu oluşturan ahlaki yapının geleceği “işine gelecek şekilde” inşa etmesini bu üçlünün birbiriyle girdiği diyaloglar ve sonrasında yine “işine gelecek şekilde” yıktığı bir ortamın ahlaki değerleri tartışılacak bir kabusun içine çekiyor bizi İshiguro.

Hailsham’ın bina olarak kendisini okurken ve yüksek bahçe duvarlarının ardında dipsiz karanlığı ile uzanan ormanlık alanı da düşünürsek gölgeli, görünmez, tuhaf yapısıyla Beni Asla Bırakma biraz daha gizemli ve gotik olsaydı, bu anlamda dozu biraz daha yükseltilebilseydi eğer daha güzel bir metin okuyabilirdim sanırım diye düşünmeden edemedim. Gotik eserlerde gördüğümüz aynı bina paylaşılmasına rağmen farklı bir dünyanın korkutuculuğu o kadar güzel anlatılıyor ki İshıguro’nun önümüzdeki dönemlerde yazacağı yeni romanlarıyla baştan sona gotik unsurlarla bezeli bir hikâye ile bizi selamlayacağını umut etmekten vazgeçmeyeceğim.

Klara ile Güneş

Dışarıya bakmak. İnsanların bulunduğu dünyayı gözlemlemek. Onların ne yapıp ettiklerine, vitrinin önünden geçenlerin hal ve hareketlerine, onların kurduğu sokaklara, onların yaptığı binalara bakmak. Bir gün kendisini tercih edecek olan kişiyi yapay zekanın ürünü bir robot olarak bir dükkanın vitrin camında beklemek. Beklerken de dış dünyayı, insanların yapılandırdığı (kurguladığı da denilebilir) yeri seyretmek. Ve tüm bunları güneş olmadan, günlük güneş enerjisini karşılayamadan yapamayacak olmak. Baş karakterimiz robot Klara ve Kalara’nın Güneş’i.

Kazuo Ishıguro’dan okuduğumuz duygu yükle romanlar Uzak Tepeler, Günden Kalanlar ve Beni Asla Bırakma sonrası Klara ve Güneş son derece robotik bir anlatım ile karşımıza çıkıyor. Tabii ki mesafeleniyoruz romana fakat hikâyenin konusu ve yazılış sebeplerinin gereği düşünüldüğünde Klara ve Güneş’e yakınlaşma sebeplerimiz yavaş yavaş şekil almaya başlıyor.

Sıra dışı gözlem yeteneğine sahip bir yapay zekâ olan Klara, kendisi gibi “Yapay Arkadaş”ların satıldığı mağazadaki yerinden insanları izleyip dış dünyayı öğrenmeye çalışır, onu yeni evine götürecek o özel çocuğu sabırla bekler. O çocuk nihayet çıkageldiğinde, Klara kendini kaygılar ve kırılgan umutlarla dolu bir dünyada bulur. Vitrinin camından seyrettiği gibi değildir hiçbir şey. Sarsılmaz bir adanmışlıkla bağlandığı Güneş’in yardımıyla bir mucizeyi gerçek kılmaya çalışır. Bu arada İnsan denen canlıyı bütün zaafları ve çelişkileriyle tanıma fırsatı bulacaktır elbet.

Roman özetle bu şekilde. İshiguro bu sefer duygu dolu olanın dışına çıkmıyor kesinlikle. Hatta yapay zeka bir karakterin baş karakter olduğu romanda hikâyenin sonunu düşünürsek son derece duygu dolu olduğunu söyleyebilirim. Hatta şu da söylenebilir; Uzak Tepeler’deki çocuk karakter Mariko, Günden Kalanlar’daki baş uşak Stevens ve Beni Asla Bırakmada’ki eğitmenler düşünüldüğünde Klara onların robotik olma durumlarına nazaran daha duygusal.

Tüm bunları düşündüğümde ve bir karşılaştırma yaptığımda roman bizlere şu soruları soruyor aslında. İnsanı İnsan yapan nedir? Bir hayatı yaşamaya ve hatırlamaya değer kılan nedir? İnançlarımız dünyayı nasıl değiştirir ya da tam tersi katı bir hale getirip değişimlerin önüne duvar örebilir?

Klara ve Güneş Kazuo İshiguro’nun Nobel’den sonra yayımlanan ilk romanı. Belki de tüm taslakları hazırdı ve yayınlanması adına bekliyordu. Ya da Nobel sonrası yazdı, bilemiyorum. Varmak istediğim nokta, yazarın Nobel sonrası herhangi bir rehavete kapılmayıp yine iyi bir roman ile okurun karşına çıkıyor olması. İnsan yapısı, hafızası, duyguları, davranışları ile kendimizi dışarıdan seyretme imkanı veriyor bizlere İshiguro. Kendimizi dışarıdan görebilme niteliğine sahip olup inandığımız gerçekliklerimiz doğrultusunda bunu yapmamayı tercih etme, fakat bunun bir yapay zeka tarafından, Klara tarafından uçsuz bucaksız bir duygusal açıklıkla yapılıyor olması. İshiguro aslında tüm romanlarında insana ulaşmanın ve onu anlayabilmenin imkanlarını yaratmaya çalışıyor. Tek tek tüm romanlarında yeni inşalarla yaratıyor da.

NOKTÜRNLER

Noktürn; İtalyanca gece müziği, serenat anlamına gelen 18. yüzyılda kullanılan Notturno kelimesinden türemiş. Noktürn bu kelime köküne istinaden içli, duygulu, romantik anlatımı olan, özgürce bestelenmiş müzik parçası anlamına da geliyor. Piyano parçalarını tanımlamakta kullanılan şiirsel form aynı zamanda ve elbette dinlendirici, duygusal gece müziği anlamı da mevcut.

Beş öyküden oluşan Noktrünler’in alt başlığı başlı başına duygusal güzellikler formu zaten: Müziğe Ve Günbatımına Dair Öyküler. Bir kitap serisini daha bitirirken Kazuo İshiguro kitaplarına Noktürünler ile noktalı virgül koymak (Birkaç okumadığım kitabı daha var) çok güzeldi. Zihnimde duyumsadığım müzikler çok güzeldi. Karakterler çok canlı ve çok gerçekti. Mekanlar, sokaklar, enstrümanlar, sesler ve ortaya çıkan duygular insana dair dip köşelerde kalanları ortaya çıkarır nitelikteydi.

İlk öykü Aşk Şarkıcısı, Venedik’te geçiyor. San Marco kahvelerinde gitar çalan bir müzisyenin öyküsü. Ünlü olmuş, tanınmış bir müzisyene bir sokak müzisyeninin duyduğu hayranlık işleniyor. Sonuç itibariyle hangisi daha mutlu dersek elbette duyguları yıpranmamış, örselenmeli olan sokak müzisyeni diyebiliriz.

İkinci öykünün adı; “Come Rain or Come Shine” adlı şarkıyı Eric Clapton söylüyor. Dinleyin lütfen. Nefis. Bu öykü zaten 50’li 60’lı, 70’li yıllara dair bir jazz şöleni. Cheek to Cheek (Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong), Begin The Beguine (Cole Porter), Here’s That Rainy Day (Frank Sinatra), It Never Entered My Mind (Miles Davis) adlı şarkılar edebiyattaki öykü formunun içinde daha nefis hale geliyor. Fakat bu öyküdeki karakter estetik ameliyat olduğu takdirde daha iyi işler alacağını, daha çok takdir göreceğini düşünüyor.

Üçüncü öykü Marvern Hills’te hikâyesini kendinden dinlediğimiz bir gitariste, kitaba adını veren dördüncü öykü Noktürn yine hikâyesini kendi ağzından dinlediğimiz işinde çok iyi olan bir saksafoncuya dair. Beşinci öykü Çellistler geçmiş zamana dair bir yeniden hatırlama, tüm olup biteni yeniden inşa etme arzusu. Klasik İshiguro anlatısının müzik teması üzerinden minimalize edilmiş hali yani.

Aşkın, ihtiyaçların, tutkuların bu sefer geçmiş günleri inşasını Kazuo İshiguro’nun edebiyatla birlikte çok sevdiği müzikle yapıyor olması Noktürnler’in ana izleğini oluşturuyor. Tutkular ya da zorunluluklar; bu iki kavramım rahatsız eden bileşeninin ortaya çıkardığı öyküleri müzikler eşliğinde okumak bana iyi geldi.

Ishiguro 1989 yılında BOMB dergisine verdiği röportajda kendini İngiliz mi yoksa Japon mu hissettiği sorusuna “İnsanlar üçte iki bir şey, gerisi başka bir şey değil. Mizaç, kişilik ve bakış açısı böyle bölünmüyor. Bunlar net biçimde ayrılmıyor. Sonuçta garip homojen bir karışım oluyorsunuz. Kültürel ve ırksal olarak karışık insanlar bu yüzyılın sonunda daha yaygın olacak. Dünya bu yöne gidiyor” demiş. Dünya Edebiyatı adına Kazuo Ishıguro kitaplarını atlamamanızı ve okuma listelerinize eklemenizi gönülden dilerim.

Yorum bırakın