Duvar:  Bir kıyamet senfonisi

Duvar (Die Wand) kıyamet edebiyatı (apokaliptik) veya kıyamet sonrası kurgusuyla yazılmış edebiyat (post-apokaliptik) bir roman. Üstelik kıyamet edebiyatı içindeki tüm kitapların tematik konularını, arketipsel formlarını, anlatım biçimlerini, yaratılan atmosferleri ve karakterleri, içimizde tetiklenen yaşama ve ölüme dair o muazzam duyguları derleyip toplayıp bütünlüğe kavuşturan bir roman…

1920 doğumlu Avusturyalı yazar Marlen Haushofer’in Duvar’ı, László Krasznahorkai’nin Şeytan Tangosu ve Direnişin Melankolisi, Agota Kristof’un Büyük DefterKanıtÜçüncü Yalan veya Kafka’nın Şato romanlarının, hatta Doğu Avrupa kökenli tüm romanların mükemmel formlarının nasıl bu kadar güzel biçimlendirilerek bütünsel, pürüzsüz bir anlatıyla ele alınabildiğini anlamamı sağladı. Kıyamet –günümüzde yaşanan tüm savaşlara sirayet edecek şekilde– 1914’te Birinci Dünya Savaşı yıllarının başlamasıyla beraber Doğu Avrupa’dan başlayarak tüm Avrupa sathında kopmaya başlamıştı çünkü. Kıyameti en iyi o coğrafyada yetişenler anlatacak, dolayısıyla dünyanın en nitelikli kıyamet edebiyatını yaratan büyük yazarlar o coğrafyadan çıkacaktı elbet.

Yazarın en büyük başarısı olarak kabul edilen Duvar 1960 ile 1963 yılları arasında dört kez el yazısıyla yazılarak tamamlanmış. 1961 yılında bir arkadaşına yazdığı mektupta romanın kompozisyonundaki zorluğu şöyle anlatmış yazar:

“Romanım üzerine yazıyorum ve her şey çok hantal, çünkü hiçbir zaman fazla zamanım olmuyor ve esas olarak kendimi utandıramıyorum. Hayvanlar ve bitkiler hakkında söylediklerimin gerçekten doğru olup olmadığını sürekli sorgulamalıyım. Bu bilgiler yeterince kesin olamaz. Eğer romanı kafamda hayal ettiğimin yarısı kadar yazabilseydim gerçekten çok mutlu olurdum.”

Sancılarla dolu bir coğrafyada sancılarla dolu, yazarken zorlanılan metinler yazmak tesadüf değil elbet. Bu metin kişinin bireysel kıyametini içeriyorsa özellikle. Bir de buradaki asıl sancı yazarın özel hayatından da gelmekte. Hayatının tüm keskin yansımalarını Duvar’ın kompozisyonu içerisinde görmemiz mümkün. Evlendikten sonra çalışmayı bırakan, iki çocuk dünyaya getiren, doktor olan eşinin birinci yardımcısı olarak evin tüm gündelik işlerini de yapan Marlen Haushofer, Duvar’da bir duvara çarpmanın vermiş olduğu hissiyatı çok iyi anlatıyor. Özel hayatını apokaliptik türde bir edebiyat metni olarak bu kadar güzel dönüştürebilmesi bir diğer tesadüf olmayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Aynı arkadaşına bir yıl sonra şu satırları yazıyor:

Romanım ilk taslağıyla tamamlandı. Yazmak beni çok yoruyor ve başım ağrıyor. Ama umarım mayıs başında bitiririm. Evin de çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Bütün bunlar benim için çok zor, çünkü tek bir şeye konsantre olabiliyorum. Çok yönlü olmaya zorlanmak beni son derece tedirgin ediyor. Sanki havaya yazıyormuşum gibi bir his var içimde.”

Marlen Haushofer 

Marlen Haushofer’in Duvar romanının beni en etkileyen tarafını, dolayısıyla diğer kıyamet edebiyatı metinlerinden farkını yazmak istiyorum. Haushofer önlenemez olan devasa sistemin kopardığı kıyametlerle ilgilenmiyor. Zaten halihazırda kopmuş olan kıyametlerin gündelik hayatın akışında yaşayıp giden insana (bir kadına, kadınlara) neler yaptığıyla, böyle insanların (kadınların) yalnızlık senfonilerini nasıl bozguna uğratıp etkilediğiyle ilgileniyor. Bununla o kadar güzel, sakin, süs gerektirmeyen bir şekilde ilgileniyor ki, karşımıza çıkan duvarın neden saydam olduğu sorusu netlik kazanıyor roman bittiğinde. Evet, bu çarptığımız duvarneden saydam? Neden tuğlalı bir yapı değil?

Julian Pölsler’in 2012’de yönettiği Duvar filminden…

İlk basım yılı 1963 olan Duvar’ın odağında kırklı yaşlarını süren bir kadın var. Hikâyenin anlatıcısı da olan kadın karakterimiz belirtilmemiş bir yılın 30 Nisanı’nda kuzeni Luisa ve kocası Hugo’nun av köşküne davet edilir. İki yetişkin kızı olan ve iki yıldır da dul olan anlatıcımız evcimen ve özgürlük alanlarını çok da kullanmayan bir karakter olarak kuzeni ve eşinin davetini kabul etmiştir. Av köşkünde kaldığı daha ilk gecenin sabahında yaşamı bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değişecektir. O ilk akşam Luisa ve eşi Hugo av köşkünün ilerisinde bulunan köye içmeye giderler. Ancak geri dönmezler. Onları beklerken uykuya dalan kadın uyandığında onların hâlâ gelmemiş olduğunu fark eder. Hugo’nun av köpeği Lucks ile birlikte köy istikametine doğru yürümeye başlar. Köye doğru giden geçidin sonuna doğru yaklaşmışlarken Lucks acı bir şekilde ulumaya başlayarak kadını irkiltir. Birkaç adım sonra başını sert bir biçimde saydam bir duvara çarpan kadın şaşkınlık içerisinde kalakalır.

“Onu neyin kaygılandırdığını göremiyordum. Yol o noktada geçitten çıkıyordu ve görebildiğim kadarıyla ıssız ve sakin bir biçimde sabah güneşinde uzanıp gidiyordu. İstemeye istemeye köpeği kenara itip tek başıma yürümeye devam ettim. Neyse ki onun engellemesiyle yavaşlamıştım, çünkü birkaç adım sonra alnımı sertçe çarpıp geriye doğru sendeledim.”

Julian Pölsler’in 2012’de yönettiği Duvar filminden…

Anlatıcının içinde bulunduğu zaman ve mekân ikiye bölünmüştür sanki. Ama bu ikiye bölünmüşlüğe dair, bu bölünmeyi açıklayabilecek elle tutulur, gözle görünür hiçbir şey yoktur. Çarptığı duvarın saydamlığı anlam veremediği bir şaşkınlık yaratır ilkin. Av köşkünün bulunduğu vadiyle orada duran ama saydam duvar sebebiyle görüp de ulaşamadığı köy birbirinden ayrılmıştır. İkircikli, tekinsiz, korkutucu bir durumla karşı karşıyadır. Etrafta onunla köpekten başka insana dair hiçbir yaşam belirtisi yoktur. Saydam duvarın diğer tarafında çeşmenin başında duran bir adam su dolu sağ elini yüzüne götürürken öylece kalakalmıştır. Yaşanan durumun tek açıklaması, “kıyamet”tir; önceki gece kadın uyuyakalmışken kadının ve köpeğin dışında herkesin öldüğü bir kıyamet.

Kadınla birlikte okur olarak bizler de çaresizlik içerisinde kalakalırız. Önceki gece olan şey bir felaket midir, yoksa zamanın durması mı? Herkes olduğu yerde donup kalırken neden kadın hayatta kalmıştır? İklim, ekolojik sistem ve vadinin bu tarafında kalan hayvanlar da kadınla birlikte canlılardır hâlâ. Lucks zaten kadının yanındadır hep. Sonradan bir inek, bir kedi, kadının avlamak zorunda kaldığı geyikler, balıklar kadının tek kişilik, kıyamet sonrası insansız hayatına eşlik ederler. Saydam duvara çarptığı andan itibaren apokaliptik bir düzlemde yaşam savaşı veren yegâne insandır ben-anlatıcı kadın.

Son derece farkında olduğu bu durumla ilgili ilk etapta alınması gereken tüm güvenlik tedbirlerini alır. Köşkün anahtarlarını başucuna koyar. Hugo’nun tüfeği yanındadır. Yine Hugo’nun bir gün nükleer felaket olabilir diyerek oluşturduğu kilerin envanterini çıkarır. Dışarıda kesilmiş olarak duran odunları ocağın yanına taşır. Kibritleri bulur ve ıslanmış olanları kurutur. Bir süre sonra bir yerlerden çıkıp gelmiş olan inek için bir ahır yapar. Bir şeyler ekebileceği elverişli bir toprak parçası belirleyerek patates ve fasulye ekmeye başlar. Birlikte yaşadığı hayvanlar ve kendisi için ete ihtiyaç vardır. Geyik avlamaya başlar kadın. Günlük ev işlerini yapar, yemek pişirir, ahırın bakımını yaparak süt sağar. Çok çalışır. Anlatıcımız bir yeniden doğuşun temsilini yaşıyor gibidir.

“Bütün bunları neden yaptığımı bilmiyordum, herhalde içgüdüsel bir davranıştı. Her şey gözümün önünde olmalıydı ve kendimi saldırılara karşı güvence altına almalıydım. (…) Önlemlerimin tümünün insanlara karşı alınmış olduğunu biliyordum ve bunlar bana gülünç geliyordu. Ama o güne kadar bütün tehlikeler insanlardan kaynaklandığından, yeni duruma o kadar çabuk ayak uyduramıyordum.”

Yeni kimlik etrafta tek bir insan kalmadığı halde yine insana karşı var oluyordur. Bu durum anlaması ve açıklaması zor bir durum yaratsa da, yeni olan her şeyde olduğu üzere –ve özellikle yaşama tutunmak için doğumlarda ortaya çıkan içgüdüsel tüm davranışlarda olduğu üzere– kadının davranışlarına da hızlıca sirayet etmeye başlar. Bu yeni kimlikle yeni yaşamın sürgit rutini içerisinde, bir varoluş karşıtlığı olarak aniden bir adam belirir ve hikâyenin kırılma ânını yaratan çok ciddi bir olay olur. Bir insan. Bir erkektir üstelik. Bu adam kadının ineğinin doğurmuş olduğu buzağıyı sebepsiz yere öldürmüştür. Bu esnada kendisine karşı çıkan Lucks’ı da öldürmüştür adam. Kadın hiç düşünmeksizin adamı öldürür… İlkel ve otomatik bir eylemdir bu. Böyle bir olay karşısında kadın için en vahimi adamı öldürmesi değil, Lucks’ı kaybetmesidir çünkü. Tarifi zor bir üzüntü içerisinde depresyona girer.

Marlen Haushofer 

Depresyonda olan kadın tüm bu yaşadıklarını Hugo’dan kalan kalemlerle birlikte bir tomar kâğıda yazmaya başlar. Roman aslında bu iki buçuk yıl içerisinde yaşananların yazılmaya başlandığı anda başlıyor. Okurken kendimizi onun yanı başında hissediyoruz. Bu tarifi imkânsız his Marlen Haushofer’in dingin anlatımının başarısı kesinlikle. Hikâyede, duvarın bu tarafında kalakalan ve hayatın akışını yeniden düzenlemek zorunda kalarak yaşam savaşı veren anlatıcının belleğiyle biz okuyucular dışında kimseler yoktur artık. Üstelik onca yaşanan geri dönülemez kıyamet anları ve yıkıcı olaylar kadının belleğinde gerçekte yaşadıklarından daha farklı biçimde yer etmiştir.

“Bugün beş kasım, raporuma başlıyorum. Her şeyi elimden geldiğince eksiksiz biçimde yazacağım. Ama bugün gerçekten beş kasım mı, onu bile bilmiyorum. (…) Ama sanırım bunun fazla bir önemi yok. Bağlı kaldığım tek tük notlar var; tek tük notlar, çünkü bu raporu yazacağımı hiç hesaba katmamıştım, ayrıca korkarım ki belleğimde pek çok şey gerçekte yaşadığımdan farklı biçimde yer etti.”

Anlatım öyle gerçekçi, sıradan, günlük, basit bir düzlemde tutulmuş ki, olayların başlangıcına sebep olan, kafamızı çarparak fark ettiğimiz saydam duvarın neden orada olduğu, neden saydam olduğu önemini yitiriyor. Basit gündelik uğraşlarımız nasıl herkesin gözü önündeyse, sistemin duvarları da gözümüzün önünde… Görmemiz gereken budur aslında ama göremediğimiz de bu…

Bu devasa sistemin kendi halinde yazmayı çok seven bir kadının hayatına neler yaptığını işte böyle bir kıyamet edebiyatı metniyle önümüze koyuyor Marlen Haushofer. Duvarı saydamlaştırıyor.

Tam da bu noktada şu alıntıyı yazımın ilk paragrafının yerli yerine oturması için yapacağım. Doğu Avrupa’nın ve Avrupa’nın zihniyetinin kıyamet edebiyatını nasıl yarattığını anlamamız için cevap niteliğinde cümleler kuruyor Marlen Haushofer:

“Evin önündeki banka oturdum, geçitte gördüğüm her şey bana ansızın bütünüyle gerçekdışı geldi. Gerçek olamazdı, bu tür şeyler olmazdı, olsa bile dağlardaki küçük bir köyde olmazdı, Avusturya’da olmazdı ve Avrupa’da olmazdı. Bu düşüncenin ne kadar gülünç olduğunu biliyorum ama aynen böyle düşündüğüm için bunu gizlemek istemiyorum.”

Duvar her tür ihtiyacımızın karşılandığı, böylesine siber modern çağı deneyimleyen her mutsuz ve umutsuz insanın (fakat özellikle kendini yeniden var etme konusunda son derece mahir olan kadınların) kendi kıymetini anlayıp yeniden ve yeniden var olabilme yeteneğini hatırlaması için muazzam bir örnek olarak okunmalı. Her birimiz kendi hikâyelerimiz çerçevesinde kendi yalnızlık ve kıymet senfonilerimizle yaşıyoruz bu hayatı çünkü. Kontrol dışı devasa sistemin kıyameti çoktan koptu zaten, Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ahir zamanı yaşıyoruz.

Romanı çevirisini yapan Ersel Kayaoğlu’na ve Duvar’ı tekrar basarak bizimle buluşturduğu için Yapı Kredi Yayınları’na çok teşekkür ederim.

Yorum bırakın