Öznur Yalgın Söyleşisi: “Öykülerimi belli belirsiz incecik bir zarla ördüğümü umuyorum.”

Hepimiz kim olduğumuza dair bir hikâye anlatıyoruz, kendi kişisel mitolojilerimiz var ve ben şimdiye dek dünya üzerinde anlaşılabilecek her şeyin akıl yoluyla, etraflıca, sakin düşünmeyle ya da güçlü bir duygudaşlıkla anlaşılmasının mümkün olduğuna inanıyor, bunu savunuyordum.

Öznur Yalgın ikinci öykü kitabı Siyah Alfabe ile okurlarıyla yeniden buluştu. İkinci öykü seçkisi ile tekrar anlıyoruz ki Öznur Yalgın kendi özgün öykü yolculuğunu sağlam adımlarla sürdürmekte. Öykü yolculuğunun nasıl ilerlediğini görebilmek adına ilk öykü kitabı Ağırküre’den de bahsettik elbet. Kat edilen kişisel yolculukta oluşan farklar yeni öykülerine nasıl yansıdı? Çağdaş edebiyatımızın özgün kalemi Öznur Yalgın ile konuştuk.

Aynur Kulak: Sohbetimizi öykü okumayı çok sevmek ve bunun sonucunda öykü yazmayı tercih etmek üzerinden başlatmak istiyorum. Senin için hangi durumların, duyguların, düşüncelerin karşılığı öykü okurluğu ve yazarlığı?

Öznur Yalgın: Öykü türünde yazmak hem bana çok uygun, hayatı algılayış biçimimle, karakterimle örtüşen bir yanı var, hem de bazen bu tür hiç bana göre değil diye düşündüğüm oluyor. Behçet Çelik’in “Öykünün Gedikleri” adlı çok sevdiğim, sayısız kez okuduğum bir denemesi var. Öykü türüyle kavgalı halimi yatıştıran bir deneme, çok farklı biçimlerde yazılabileceğini, şimdiye dek yazılmış olduğunu bana hatırlatan bir yazı. Öykü aslında ciddi anlamda yazmaya başlamadan önce pek yakın olmadığım bir türdü. Öykü okumaya yoğunlaştıkça, birbirinden çok farklı üsluplar, yazarlar tanıdıkça, onun yazmak istediklerimi edebiyatın içinde kalarak anlatmak için en uygun tür olduğunu fark ettim. Öykünün Gedikleri denemesi bu türü ele alırken öykünün o belli belirsiz eşikleri, boşlukları kendi yapısı gereği barındırdığını, ve okurun aktif bir biçimde o metinde yer alması gerektiğini çok güzel açıklıyor. Öykü yazmaya devam ederken belki ben de kendi bakış açım, anlatma tarzımla bir şey ortaya koyabilirim, kendi yazımla var olabilirim diye umut ediyorum.

öznur yalgon siyah alfabe

AK: İlk öykü kitabın Ağırküre 2020’de yayımlandı ve üç yıl sonra yeni öykülerinin yer aldığı Siyah Alfabe ile buluştuk. Bu üç yıl zarfında Belfast’a yerleştin, bir kızın oldu ve hayatın bu anlamda bayağı değişti. Hatta radikal değişimler diyebilir miyiz bu değişimler için? Bu süreçteki virajların, dönemeçlerin seni nasıl etkilediğini, değiştirdiğini konuşmak isterim. Çünkü tüm bunların öykü yazımını da dönüştürdüğünü düşünüyorum.

ÖY: Haklısın, Siyah Alfabe’deki öyküler, özellikle Sonrası adını verdiğim ilk bölüm biz buraya yerleştikten sonra yazıldı. Yeni bir ülkeye taşınmak insanın bakış açısını büyük ölçüde değiştiriyor. Fakat çocuk sahibi olmak, bir bebeği insana dönüştürmeye çalışmak, dünya üzerinde ne çok insanın bildiği, vakıf olduğu bu hikâyeyi artık o ‘büyük anlatı’yı benim de öğrenmem, buna bizim de dahil olmamız… Yavaş yavaş şunu düşünüyorum, insanların hep demek istedikleri buymuş meğer, çoğu insan bu yüzden böyle davranıyormuş… Hepimiz kim olduğumuza dair bir hikâye anlatıyoruz, kendi kişisel mitolojilerimiz var ve ben şimdiye dek dünya üzerinde anlaşılabilecek her şeyin akıl yoluyla, etraflıca, sakin düşünmeyle ya da güçlü bir duygudaşlıkla anlaşılmasının mümkün olduğuna inanıyor, bunu savunuyordum.

Fakat dünya üzerinde bir de ancak deneyim yoluyla anlaşabilecek bazı haller varmış, bir çocuğumun olması, kadın olarak geçirdiğim fiziksel ve ruhsal değişim, bedenen daha önce hiç gitmediğim o uç noktalara gitmem, kendi başıma bir yerden doğrulup kalkamayacak kadar büyümüş karnım, şişen ellerim ve ayaklarımla geçirdiğim dönüşümler ve çocuğumla yan yanayken vücudumda devam eden o akış, hormonlar, bedenin imkanları, bebeğimin bedenimle kurduğu beni çok şaşırtan o ilişki… Tüm bunlar bakış açımı değiştirmiş olmalı. Bu değişiklikler ileride yazdıklarıma daha çok yansıyacaktır bence, yeni bir ülkeye yerleştikten sonra hiç değilse tema anlamında göç etmenin evrelerini, varoluş hallerini kendi deneyimim üzerinden yorumlayıp daha çok öykülerime yansıttığım kesin.

AK: Siyah Alfabe’de toplamda 13 öykü okuyoruz. Öyküler Öncesi ve Sonrası olarak birbirlerinden ayrılıyorlar. Bu on üç öykünün yazılma sebepleri, meseleleri neydi diye sorarken, bir yandan da Ağırküre’den farkının –odağa almak istediğin tematik unsurlar adına– ne olmasını istedin? Sonrası içerisindeki öyküler sanki daha bireysel bir noktadan hareketle bir karar aşamasında oluşurken, Öncesi içerisindeki öykülerde ise toplumsal bazda etkisi olan yaşanmış, bitmiş olaylar, durumlar ve trajedilerin bireylerin hayatını nasıl etkilediği anlatılıyor gibi.

İçinden geçtiğimiz bu dönemin anlatısı, duygu haritası ve kaydı…

ÖY: Siyah Alfabe’nin birinci kısmında yer alan “Sonrası” adlı bölümü,  Ağırküre’den sonra yazdığım öykülerden oluştuğu için öyle koymuştum. Sözcüğün ilk anlamıyla yola çıkmıştım yani. Bu öykülerin hemen hepsi beni harekete geçiren bir durum, karşılaşma anı, kafamda uzun zamandır süregiden sahnelerden, çarpışmalardan yola çıkarak yazdıklarımdan oluşuyor. Tema açısından bakacak olursam Ağırküre ile arasındaki fark belki Siyah Alfabe’de az önce sözünü ettiğim gibi göçmen olma hallerinin biraz daha fazla yer alması sayılabilir. Siyah Alfabe’nin özellikle birinci bölümünde öykülerin daha uzun, biraz daha oylumlu olmasını istemiştim ve buna uğraştım. Ağırküre’de olduğu gibi çok sıkışarak, sarsılarak bir okumadan uzak ama yine de okuyanda bir his, tat, duygu bırakan öyküler olmasını amaçladım. Umarım öyle bir okuma deneyimi oluyordur. O açıdan Ağırküre’den daha farklı diye düşünüyorum. Kitabın ikinci kısmında “öncesi” adıyla anılan bölümdeki öyküler ise ilk bölümde yazdıklarımdan çok daha kısa metinler. Oradakilerin birçoğu Ağırküre’dekilerden önce yazılmıştı.

Bu bölümleri senin tanımladığın gibi özetlemek çok doğru olur: öncesinde neler oldu –toplumsal bazda yaşanmış, bitmiş olaylar bireylerin hayatını nasıl etkiledi– ve sonrasında neler yaşandı. Öykülerin tek tek yazılma sebeplerini ve meselelerini dökmem mümkün değil ama içinden geçtiğimiz bu dönemin anlatısı, duygu haritası ve kaydı denebilir belki. Siyah Alfabe’yi okuyan bir arkadaşım kitabın bütününü böyle tanımlamıştı. “Öncesi”nde o kadar yüklüyüz ki, “sonrası”nda tüm bu sıkışıp kalmaları açabilme umuduyla buz gibi başlangıçlara atlayabiliyoruz.

AK: Öykülerin her birinde bir durum değil yalnızca, duygu eşikleri de atlanıyor. Birçok duygu eşiği sayabiliriz, hatta öyküleri okuyan her bir okur kendi özel duygu eşiklerinden bahsedebilir. Mesela bu minvalde kitabın ilk öyküsü Obruk’tan konuşalım mı? Bu öyküyü kitaptaki tüm öykülerin bizde yarattığı duygular adına konuşmak isterim.

ÖY: Obruk’u 2021 yazında tasarlamaya başladım. Babam bir süredir çevre topluluklarında ve doğa eylemlerinde aktif görev alıyor. Bir gün onunla telefonda konuşurken bana dediği şeyler beni etkiledi. “Obruklar yüzünden insanlar perişan halde, korku içinde yaşıyorlar,” demişti, “koyunları kuzuları yutuluverecek diye korkuyor insanlar,” gibi şeyler eklemişti. O konuşmanın etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. Araştırınca bunun günden güne büyüyen bir felaket olduğunu ama yeterince ciddiye alınmadığını insanların gerçekten korku içinde, unutulmuş, önemsenmemiş hissederek yaşadığını görüyor insan. Küçük bir kız bununla nasıl başa çıkar, neler hayal eder, bunlara odaklanarak, onun duygusunu hissetmeye çalışarak kurmuştum öyküyü. Kapana kısılmak mı ya da imkan bulunursa kaçıp gitmek mi? Obruk’tan yola çıkarak kitabın ana duygusunu düşündüğümde bunlar geliyor aklıma. Çok yakın, sevdiğim bir arkadaşımla konuşurken ben ona burada yeni bir ülkede kendi geçmişimi sıfırlayıp yeniden bir meslek edinip yeni bir işe başlama fikrinin beni bazen çok zorladığından bahsediyordum. O Türkiye’deydi, ben Kuzey İrlanda’da Belfast’taydim.  O kendi kariyerine devam ediyor olmasına ve düzenli bir maaşı olmasına rağmen bana göre yakın vadede bir belirsizlik yaşamıyor olmasına karşın Türkiye’de kaldığı için kapana kısılmış hissettiğinden söz etmişti. İkimiz de birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Ben senden daha kötü durumdayım haline şükret gibi bir hava hiç olmadı aramızda, zaten olamazdı. O konuşmamız, o anda paylaştığımız hislerimiz bana kalırsa Siyah Alfabe‘nin bütününü anlatmaya uygun olabilir.

öznur yalgın siyah alfabe

AK: Koyu öyküne de bayıldım. Tam olarak senin öykü anlayışına uygun bir öykü olmuş. Ki bu öykü aslında  Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali 1 için belirlenen, “felaket” temasından hareketle kısa bir oyun olarak tasarlanmış. Hem toplumsal bazdaki protestolarda en ufak bir kıpırtının dahi nasıl bir felakete dönüşebileceğini çarpıcı bir şekilde okuyoruz hem de olayların ürkütücü olabilecek boyutlarını -aynı karakterlerin yaşadığı gibi- iliklerimize kadar hissediyoruz. Bireysel ve toplumsal “felaketlerin” eşik çizgisi nerede başlar, nerede biter? Koyu öyküsünü bu soru üzerinden konuşmak isterim.

ÖY: Teşekkür ederim. Koyu baştan belirlenmiş bir tema için yazdığım kısa bir oyundan uyarlandı, evet. Van Depremi’nin hemen öncesiydi, çok sayıda şehit verilmişti, ben o zamanlar Çağdaş Yunanca öğrenmeye çalışıyordum, biz bir gün dersteyken kızgın bir kalabalık İstiklâl Caddesi’nde uğultularla, sloganlarla ilerliyordu. Öyküde kurmaya çalıştığım o atmosferi gerçekten yaşadım, insanlar binamızın kapısını yumruklarken biz içeride dersi yarım bırakmış, sinmiş, korkmuş halde dışarının yatışmasını bekliyorduk. Sınıfımızdaki öğrenciler arasında süregiden bir kutuplaşma vardı, adı konmamış bir gerginlik, biz ve onlar duygusu, üstelik ilk bakışta duyarlı, çalışkan, aydın sayılabilecek bir kadının doğuda deprem olduğunu duyduğunda, ‘Eh işte hak ediyorlar, onlar bizim evlatlarımızı öldürürken iyi,’ deyip içten içe sevinmesine şahit olmuştum. Bu çok fazlaydı; Yunanca öğrendiğim için, yalnızca orada tesadüfen bulunduğumuz için kurs binasında mahsur kalmamız fazlaydı, kısacası o günü unutamadım. On yıl önce kısa bir oyun olarak yazdığımda bu metnin daha deneysel bir yanı vardı, sahne üzerinde üç anlatıcı birbirini bölerek iç içe geçen monologlarla o günü aktarıyordu. Bunu yeniden bir öykü olarak yazmayı çok istedim, oldukça zorlandım.

Dosyam yayınevindeyken 6 Şubat depremlerini yaşadık ve ben bu öyküde geçen deprem haberinin çok sıcak bir olayın ardından hoş kaçmayabileceğini düşündüm. Editörüm Devrim Çakır’la dosyayı çalışmaya başlarken ona ilk  sormak istediğim şey buydu. Bir yandan on yıl sonra yeniden (aslında belki hiç azalmayan, giderek artan) o bölünmüşlük, biz ve onlar ayrımı ve yine korkunç boyutta bir yıkım, yine bir deprem hatta depremler silsilesi ve yine doğuda. “Bireysel ve toplumsal felaketlerin eşik çizgisi” bir kıl payı uzaklıkta, bir kibrit çakımı gibi. Ülkemizde çok yoğun ve ağır bir gündem var,  yaşananları sindirmeye hiç kimsenin vakti olmuyor, her an patlamaya hazır halde akıp dolanıp duruyoruz. Dolmuşta, vapurda, metroda, otobüste yan yanayız, birbirimize saldırmaya başlamak, bir kavgaya dahil olmak an meselesi. İstanbul’da yaşadığım on yıl boyunca bunu çok yakından gözlemledim. Koyu’da anlatmak istediğim de bu patlamaya hazır olma halinin ve kutuplaşma hissinin tek bir gün içinde yoğunlaşmış olmasıydı. Toplumsal felaketleri korkutucu bir hızda seyreden bizim gibi ülkelerde bağlamlar  kayıp değişirken kimliklerimiz de ansızın yeni, beklenmedik anlamlar kazanıyor. Linç edilmek ya da günün kahramanı seçilmek, bu iki uç çok mümkün, çok olası.

Duygusal derinliği, gerçekçi bir tonu yakalayabilmeye çalışıyorum.

AK: Öykülerindeki gerilim unsurunu konuşalım mı? Öykülerinle ilgili ilk söyleyeceğim unsur gerilim olmaz fakat o kadar görünür görünmez ince bir çizgi olarak tüm öykülerin içinden geçen bir gerilim hattı var ki, bu hat o olayın,  durumun ve o duygunun neden orada oluştuğunu açıklıyor bize aslında. Bir gerilim duygusu ile birlikte  mi geliyor bu öyküler sana?

ÖY: Çok güzel bir soru bu, teşekkür ederim. Bir süredir bunun üzerine düşünüyordum. Öykülerimi belli belirsiz incecik bir çizgide gidip gelen hislerle, yanlış anlaşılmalarla, birbirini es geçmelerle ilerleyen ince bir zarla ördüğümü umuyorum. Yazdıklarımın okura ulaşırlığı, erişebilir olma üzerine düşünürken bu gerilim konusuna geliyorum. Anlar, kırılmalar, hisler, duygu eşikleri, tüm bunları sahici bir sesle, doğal bir kurguyla anlatabilmek benim için önemli.

Gerilim deyince aklıma en az iki bin yıllık bir form, klasik olay örgüsü, insanların kuşaktan kuşağa aktardığı, hepimizin neredeyse aşina olduğu bir yapı geliyor. Benim yazdığım bu iki kitapta da o klasik formdan uzak olduğum aşikâr, bana göre bir gerilim hattı var elbette, ama bu hiçbir zaman başrolde olmuyor. Yazdığım öykülerde ve yakın zamanda yazmak istediklerimde halen duyguların geçişlerinin incecik gerilimlerini olabildiğince hakikate yakın bir şekilde, onu yakalamaya çalışarak aktarabilmek önemli. Ve bana benzeyen, benim bakışıma yakın anlatıcılarımın ve karakterlerimin de o duyguları, durumları yaşama şekli parçalı, bölümlü yapılara uygun geliyor, her kısa an kendi içinde zirve, ondan ona geçiş var, olayı izleyen ve yaşayan kişilerin de zihni de benimki gibi, çoklu, mini finaller bir arada, aynı anda, yan yana. Başka türlü bir duygu gerilimi yaşanan.

Duygusal derinliği, gerçekçi bir tonu yakalayabilmeye çalışıyorum. Öyle metinler okumayı seviyorum. Olay örgüsü hep daha az ilgimi çekiyor. Ama bu dar görüşlü olmaya ve kendi içine kapanmaya da sevk edebilir insanı, o yüzden uzun vadede bu gerilim hattını daha görünür, yapıyı daha erişebilir hale getirip yazmayı ama bunların duygusal derinliğinden ödün vermeyen  metinler olmasını istiyorum.

AK: Çağdaş edebiyatımızın genç öykücülerinden biri olarak deneysel öykü, bireysel öykü veya toplumsal öykü gibi bir ayrım var mı kafanda? Ben olmadığını biliyorum fakat, bunu şunun için soruyorum: Öykü türü söz konusu olduğunda üzerine çok konuşulan bir konu bu. Öykü türünü özel yapan sebeplerin bu konuları gündeme getirdiğini düşünüyorum desem, sen ne söylemek istersin bu konuda?

ÖY: Dediğin gibi böyle ayrımları düşünerek yazmıyorum hiç. Şimdiye dek yazdıklarıma bakınca kendi dünyamı keşfetmeye ve nerede durduğumu düşünmeye çalışıyorum. Toplumsal yönü ağır basan, eski usul öyküleri okumak bana büyük zevk veriyor. Zorlama kurgular, dil gösterisi, tumturaklı üsluplar bana pek çekici gelmiyor, onun farkındayım. Öte yandan deneysellik uçsuz bucaksız, çok fazla şeyi içinde barındırıyor sanki. Deneysel diye tanımlanan ve benim okurken çok büyük zevk aldığım öyküler, yazarlar olduğu gibi, ne anlattığını önemsemeyip yüzeysel alt üst edişleri bir üstünlük ve akıl oyunu gibi sunan öyle yazılmış metinleri, öyküleri okuyamıyorum, gerçekten ilerleyemiyorum bile. Bunların fazlasıyla itibar gördüğünü de gözlemliyorum, ama bunlar benim dünyama uzak kalıyor.

Anlatı türündeki kitaplar son yıllarda bende bir öykü kitabından ya da romandan daha fazla heyecan yaratmaya başladı, ya da bu hep böyleydi ben kendimi yeni keşfediyor olmalıyım. Şavkar Altınel’in tüm kitapları yanımda benimle Belfast’ta. Özyaşamöyküsel diye tanımlanan birçok eserde bambaşka bir tat var, başka türlü bir his, duygu kalıyor geriye. O hakikati yakalama hissine benzer şeyi çok seviyorum. Benim öykülerim de bunun arasında bir yerde mi duruyor? Bilmiyorum o açıdan az önce gerilimi konuşurken dediğim gibi bu benim yazdıklarımı başka bir kategoriye ait kılıyor mu yanıtlamam güç. Herkesin kendi ideal öykü tanımı neyse ona göre değişecektir. Yine buradan Öykünün Gedikleri’ne bağlanıyorum.

AK: Son on sene içerisinde yüz yıl zarfında yaşanabilecek olaylar dünya bazında yaşandı. Dünya yenileniyor dendi, tüm yaşananlar üzerine. Gerçekten yenileniyor mu? İklim krizi, savaşlar, göçler, iklim krizi, depremler, pandemi ve derin ekonomik krizler. Umudun var mı diye de sormak istiyorum. Felaketler, yenilenme ve umut etme bağlamında gelecek dönemlerin öyküleri ne üzerine kurulu olacak?  

ÖY: İngilizce ders kitaplarında Doğal Afetler konulu bir ünite vardır, hiç şaşmaz. O konuya gelince öğrencileri tartışmaya katmak için sorular sorardım, en az ilgi gören felaket hep pandemi olurdu, bir virüs salgını, onu handiyse es geçip atlardık. Benim için de hep doğal afetler ünitesinin örnek olaylarından biri olarak kaldı. Kalmıştı. Ta ki malûm, çok yakın bir zamana kadar. Depremler, krizler, savaşlar döngüsünde kendi durduğum yeri mutlak sanıp kısacık ömrümden bakınca her şey çok yoğun, yaşanacak her kötü, devasa olay bir anda, art arda, aynı anda durmaksızın devam ediyor sanki. Daha geniş bir okumayla bakınca aslında dünya tarihinin nerdeyse hep böyle yaşandığını, zamanın normal akışının bu olduğunu fark ediyorum. Ukrayna’da patlak veren savaşı duyunca ilk tepkimiz bu çağda halen mi olmuştu, şimdi Gazze’de yaşanan çok yoğun ve insanlık suçu sayılacak eylemleri izliyoruz. Durdurulamayacak bir şeymiş gibi yaşıyoruz bu olup biteni. Artık bu çağda mı, nasıl olur demediğim, diyemediğim bir yaşa, bakışa geldim galiba. İnsanlar, toplumlar var oldukça tüm bunların süreceği çok açık ve anlaşılır gelmeye başladı. Birisi başkasının kuyruğunu ısırdığı an, öbürü ona her zaman havlayacak, hırlayacak çünkü. Kuyruğunu ısırma durumunun bu kadar çok yoruma açık olması vahim olan tabii, müzakerelerle anlaşamayan, sorunlarını çözemeyen devletlerin, bizi temsil ettiği söylenen devlet başkanlarının hâli ve performansı ortada.  Antik Yunan tragedyalarini okuyunca halen bize ne kadar yakın gelebiliyor, İbsen’in Norveç’i bana ne çok kez bizi düşündürüyor. Bambaşka dillerde yazılan onca eser bambaşka kültürleri anlatıp bizi nasıl etkileyebiliyor, o aynılık ve bir olma hissini, gelmiş geçmiş tüm felaketlerin etkisini edebiyat çok iyi yansıtıyor bence, gücü burada. Başka açıdan artık toplumsal durumların, felaketlerin uzantıları öyle derin yayılmış halde ki kimsenin etliye sürüye karışmayan, bulaşmayan bir şey yazabileceğini düşünmüyorum. Kendi kurtarılmış bölgeleriniz varsa şayet, şimdiye kadar orada bana bir şey olmaz diye yaşıyorsanız bile canınızı çok sıkan ve bir şekilde size, yakınlarınıza fena halde dokunan bir yaşam var artık. Beş, on yıl öncesinden bugüne bile ne çok şey geri dönüşsüz  değişti.

Yaşamı yenilenme, umut etme üzerinden anlatabilmekten konuşuyorsak eğer,  bu bana fazlasıyla değerli ve üst bir şey olarak geliyor. Ben halen felâketlerin, sıkışıp kalmaların hisleriyle boğuşurken geçen öyküler biriktiriyorum ve onları yazmak istiyorum.  Henüz daha üst diye gördüğüm o seviyede değilim, bundan uzağım, farkındayım.

Geleceğin öykülerini düşününce, yapay zekayla olan, olacak olan münasebetimizi epey merak ediyorum. Benim ona dair hislerim gelgitli. Burada bir okula kayıtlıyım  ve yapay zekayı ödevlerde nasıl kullanabileceğimize dair yeni bir yönetmelik geldi. Onu madde madde okurken gelecek bu işte, geldi bile, diye düşündüm, çoktan aramızda. Varoluşumuzu, yeteneklerimizi, mesleğimizi nasıl yeniden yapılandıracağız, kendi değerimizi yapay zeka karşısında nasıl yeniden yaratacağız bilmiyorum. Bunun içine doğan çocuklarımızın yaşamı kim bilir bizden ne kadar farklı olacak, bu hem çok ilginç hem de ürkütücü geliyor.  Tüm bunlar edebiyata nasıl yansıyacak, tüm bu değişiklikleri merakla, heyecanla (ve bazen de korkuyla) bekliyorum.

Yorum bırakın