Caner Almaz Söyleşisi: “İyi bir okur olmadan yazma eylemi için kendimizi geliştiremeyeceğimizi düşünüyorum.”

Metinlerimin hem kendim hem de müstakbel okuyucularına bir şekilde bir şeyler kazandırmasını diliyorum.

Caner Almaz üçüncü kitabı Duvarlar ile okurlarıyla yeniden buluştu. Duvarlar romanı ile Yaşamaklar romanının kırılgan hikâyesini geçmişle –1970’li yıllarla– bağlantı kurarak derinleştiren Caner Almaz, hayatımızı inşa ederken ülke şartlarının bizlere nasıl bedeller ödettiğine dair gerçeklerle bizleri yüz yüze getiriyor.  Duvarlar odağında Caner Almaz ile konuştuk.   

Aynur Kulak: Öncelikle sizden ve edebiyat ile olan bağınızdan başlamak istiyorum. Sizinle ilgili yaptığım ısrarlı araştırmalarım hep bir cümleden oluşan; “Okumayı ve yazmayı sever .” ile sonuçlandı. Aslında yeterli bir cümle edebiyat sevginizi anlatma adına fakat, bu sevginin, bağın nasıl oluştuğu, olgunlaştığı yerden başlatırsak söyleşimizi, bu soru sizi zamanda ne kadar gerilere götürür.

Caner Almaz: Lise yıllarıma kadar götürür diyebilirim, tabii ki o yıllardaki çabamın safça ve çocukça olduğunu hâlâ elimin altında duran şiirlerimden ve yazılarımdan görebiliyorum. O yıllarda hep şöyle düşünürdüm, bunu da sıklıkça dillendiririm: “25 yaşımda Dostoyevski olacağım…” Pek tabii bunun mümkün olmadığını çok sonraları keşfedecektim. Safça ve çocukça hayaller işte… Bir şeyler yazma ve yazarak yaratma hissiyle buluştuktan sonra hep bir şeyler üretme çabasında olmaya çalıştım. Lakin biraz büyüdükçe ve kendimi geliştirdikçe – ki bu iyi yazarlar, iyi kitaplarla buluştukça mümkün olabiliyor, yazmaktan evvel okur olmanın kazandırdıkları ve hissettirdikleri hayatımda ciddi bir yer tutmaya başladı. Okumayı çok seviyorum. İyi bir okur olmadan yazma eylemi için kendimizi geliştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu sebeple evet yazmayı seviyorum ancak okumayı yazmaktan da daha çok seviyorum diyebilirim. Ve bu iki duygunun ömrümce benimle olmasını istediğimden beni tanımlayan cümleler olarak kullanıyorum.

caner almaz duvarlar

AK: Öykülerinizle giriyorsunuz edebiyat dünyasına ve arkasından iki roman 2021 yılında Yaşamaklar (Everest Yayınları) ve yine Everest Yayınları’ndan yeni yayımlanan Duvarlar.  Niye romana doğru bir geçiş (veya evrilme de diyebiliriz) yaptınız? Burada üstünde durmak istediğim türler arası bir seçim değil, belki de anlatımınız adına daha büyük bir özgürlük alanıydı sizin için romana geçiş.

CA: İlk kitabım olan Kırgın Anlatıcı 2017 yılında yayımlanmıştı. Bir sonraki sene elimin altında yayımlanmaya hazır ikinci bir öykü dosyası da vardı. Bir gün kendi kendime bir aydınlanma yaşadım. Yayımlanmış kitabımla dosyamı yan yana koydum. İkinci öykü dosyam ilkinin üzerine yeni bir şey koyamıyordu. Bu sebeple yayınevlerine hiçbir zaman göndermemeye karar verdim. Sadece kitap yayımlamak için bu eylemi gerçekleştirmek istemiyorum. Metinlerimin hem kendim hem de müstakbel okuyucularına bir şekilde bir şeyler kazandırmasını diliyorum. O vakitte editörlüğünü yürüttüğüm dergi için yazdığım bir öykümün karakterine çok kafa yormuştum ve aynı karakterin yer aldığı 5 öyküm vardı. Üzerine bu kadar fazla düşünmemin bir sebebi olduğuna karar verip o karakterin evrenini genişletmeye ve hikâyesini büyütmeye başladım. Yaşamaklar böyle yazıldı. Öykü düşünmeyi ve yazmayı seviyorum -her ne kadar uzunca süredir bir öykü yazmamış olsam da. Fakat roman tamamen farklı bir alan ve öyküye nazaran farklı bir çalışma disiplini gerektiren bir iş. Anlatmak istediklerinize daha geniş bir alan ve biçimsel imkânlar sağlıyor.

AK: DuvarlarYaşamaklar’dan el alan bir roman. Daha doğrusu Yaşamaklar’da okuduğumuz Kenan ve Füsun’un hayatlarına dair aldıkları mirasların geçmişte nasıl oluştuğuna dair bizi geçmiş zamana, 1970’lere götüren bir roman. Sizi her iki roman için de masanın başına oturtan sebepleri ve neden hikâyenin peşini bırakmayarak geçmişe gitmek istediğinizi merak ediyorum.

CA: Ailelerin yalnızca maddi şeyler miras bırakmadığını düşünüyorum. Ebeveynler çocuklarına çok fazla manevi şey miras bırakıyorlar. Bıraktıkları bu miraslar, çocuklarının yaşamını ve hayata bakışlarını şekillendiriyor. Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanı bunun içine toplumu da dahil eder. Ülkemizde Orhan Pamuk bu miras meselesini Cevdet Bey ve Oğulları’nda çok güzel inşa ederek işler. Cevdet Bey ve OğullarıBuddenbrooklar’la örtüşen bir kitaptır.

Yaşamaklar’ı tamamladığımda karakterlerin hikâyelerinin sadece bir kısmını yazmıştım. Bu hikâyenin öncesi ve sonrası aklımda vardı. Bunlar ayrıca iki kitap olarak yazılmalıydı: Çünkü 2000’lerin başında geçer Yaşamaklar ve karakterlerin ebeveynleri artık hayatlarının sonundadırlar. Bu insanlar gençliklerinde ne yaşamışlardı da çocukları bu hayata mahkum olmuşlardı? Aklımdaki bu soruyu Türkiye’nin 70’li yıllarıyla bağdaştıracağımı biliyordum. 80 darbesine kadar olan süreçte yaşanılanların, o dönemi yaşayanlarla onların çocuklarını çok fazla etkilediğini düşünüyorum. Editörüm sevgili Devrim Çakır’a bu düşüncemi açtığımda, bana nasıl yazmam gerektiği konusunda pek çok tavsiye verdi. Duvarlar’ı bu minvalde yazmaya başladım. Pek tabii hikâyenin günümüzdeki halini de düşünüyorum ve sonraki romanda da üç kuşağı bir araya getirip bir final yazma niyetim var.

caner almaz duvarlar

AK: Hayat şartlarının sertliği, acımasızlığı, insanın yaratılıştan gelen bazı fıtratları, yapılan seçimler, ihanetler, ev, aile, yuva, arkadaşlık romanlarınızın görünür unsurlarını oluşturuyor. Yanı sıra her türde ikili ilişkilerin kırılgan, duygusal tarafları, oluşan dirençler ve hayal kırıklıları. Bir de Duvarlar’da dönem unsuru bir karakter gibi tüm olup bitenlerin eşlikçisi konumunda. Bu tematik yapıyı inşa eden bileşenler için zamanla oluştu mu dersiniz yoksa hayatı algılayışınızda zaten vardı, yazarken de bu temaların hepsi bir araya mi geldi?

CA: Duvarlar bir dönem romanı, 70’li yılları anlatıyor. Ben 1986 doğumluyum. O yılları yaşamadım, tanımadım. Yalnızca anne-babamın anlattıklarından, izlediklerimden, okuduklarımdan, araştırmalarımdan deneyimlediğim kadarıyla yazmaya çalıştım. Ülkenin içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal yapının aktarıldığı çalışmaların her türlüsünün romanı yazarken bana faydası dokunacağını biliyordum. Yeşilçam filmlerinden gazetelere, o dönem yayımlanan kitaplardan dergilere, belgesellere kadar çok çeşitli kaynaklar üzerinde çalışmam gerekti. Kendime odak noktası belirlediğim üç nokta vardı: 6 Mayıs 1972, 1 Mayıs 1977 ve 16 Mart 1978. Bu üç önemli vakanın yaşandığı tarihler, bence toplumun inancı ve direnci üzerine önemli sonuçlara sebebiyet veren olayları temsil ediyor. Toplumun içinde bulunduğu çatışma ortamını bütünsel olarak verme çabasında değildim. Bireylerin, hayatın içindeki sıradan insanların neler yaşadığını aktarabilmekti düşüncem. Birçok çalkantının, siyasi istikrarsızlığın, ekonomik olarak yıpranmışlığın içinde hayatını devam ettirme çabasında olan insanlar neler düşünüyordu? Üniversitede okurken kendini bir tarafın içine çekilmiş bulan insanlar gerçekte neyin peşindeydi, neyin ne kadar bilincindeydi? Neye karşı koyduklarını, neyle mücadele ettiklerini, neye direndiklerini gerçekten biliyorlar mıydı?

1 Mayıs 1977’yi anlatan ve o devasa kalabalığı tasvir eden o kadar güzel şeyler okudum ki…  Duvarlar’ı yazdıran duygu özetle şuydu: O devasa kalabalık ne oldu, nasıl oldu da dağıldı ve inancını yitirdi?

AK: Sizin romanlarınız için karakter odaklı romanlar diyebilir miyiz? Karakterlerin içinde bulundukları her tür eylem, her katmanıyla duygu durumlarına odaklanıyorsunuz. Özellikle sancılarına ve çıkışsızlıklarına. Dört karakter; Halil, Birgül; Aysel ve Oğuz. Hangi sırayla girdiler metnin içine? Özellikle şu karakter için yazdım Duvarlar’ı diyebileceğiniz bir karakter var mı, yoksa böyle bir ayrım hiç olmadı mı?

CA: Anlatmaya çalıştığım dönemde çok fazla siyasi ve toplumsal olay oluyor. Toplum ciddi manada ayrışmış ve bölünmüş halde. Herkes aynı şeyleri yaşıyor ve fakat birey olarak farklı şekilde deneyimliyorlar. Keza Beyazıt Katliamı’nı anlattığım bölümlerde, yan yana o günü yaşayan Halil ve Aysel, kendi bölümlerinde katliamı farklı farklı anlatıyorlar. Birey olarak olaylar ve durumlara bakış açılarımızın farklılaştığını Yaşamaklar’da da göstermeye çalışmıştım. Karakter nazarında yani birinci tekil şahıs anlatıcı tercih etmemi buna bağlayabilirim. Karakterlerin hislerini ve düşüncelerini okura hissettirebilme adına bunun etkili bir yol olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da okurların bu olayları okuduklarında ne hissedeceklerini de merak ediyorum. Çünkü onlar da bunu deneyimlemiş olacaklar ve kendilerine “ben olsam nasıl hareket ederdim” diye soracaklardır.

Halil, Birgül ve Aysel halihazırda Yaşamaklar’da karakter olarak varlardı – Yaşamaklar’da Aysel’i hiç duymayız ancak güçlü bir karakter olarak orada bulunur. Oğuz yeni bir karakterdi ve hikâyeyi kıran bir rolde. İlk romanda konuşmayan Aysel’in sesini duymayı çok istiyordum. Duvarlar içime çok sinen bir roman oldu, bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum ve bununla beraber kendi okuma deneyimim içinde, okur gözüyle baktığımda en sevdiğim bölümler Oğuz ve Aysel’e ait olan bölümler.

AK: Duvarlar metnin içerisinde hem gerçekten hem metaforik hem de zihnimizin içinde (duygular söz konusu olduğunda özellikle) aşılması zor bir engel olarak var. Hem siyasal duvarlar, hem toplumsal, hem duygu durumlarımdan kaynaklı bireysel duvarlarımız kuşaklar arası bir bağ fakat aynı zamanda kötü bir miras olarak da var hikâyenin tamamında. Makus bir talih mi Duvarlar? Yoksa değiştirilebilir, yıkılabilir mi?

CA: Duvar imgesi romanı yazmaya başladığım ilk andan itibaren kullanmayı düşündüğüm bir imgeydi fakat bu kadar yoğun bir halde kullanmayı düşünmemiştim. Daha da evvelinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında geçen “İnsanlar da kuyuya benzer. İçlerinde boğulabiliriz.” cümlelerinden yola çıkarak “kuyu” imgesini baskın olarak kullanmayı düşünüyordum. Metin ilerledikçe “duvar” imgesinin ve metaforunun bütünlük olarak çok daha uygun bir araç olduğu kanısına vardım.

Makus bir talih olup olmaması konusunaysa kitaptan bir alıntıyla cevap vereyim:

“Her şey konuşularak halledilmiyordu. Sonra öğrenecektim. İnsan büyüdükçe, yaşamı gördükçe, sınırları genişledikçe, bir süre sonra kendisi inşa etmeye başlıyordu duvarları. Yıkıcısı olduğun şeyin imar edenine dönüşüyordun. Ne üzücü. İnsan en çok kendisinde görüyordu değişimi. Ağzın açık kalıyordu. Aa, diyordun, nasıl da değiştim. Ya rabbim. Nasıl da değiştim. Bu duvarları bu kadar güzel nasıl inşa ettim.”

AK: Romanın mekânsal unsurları çok ön planda. Ev, evden ayrılmak, ev kurmak, yuva inşa etmek, dükkan, dükkanın dağılması ile birlikte evlerin de dağılması. Bir yandan toparlayıcı, diğer yandan bir arada tutayım derken dağılmaya da sebebiyet veren yapısıyla ülkemizdeki mekânsal inşanın insanın yaşamına dair yarattığı kırılmalar önemli. Sanki bir türlü kurtulamadığımız kırılmaları yaratması ve açıkça göstermesi adına, yani iki kutup adına da önemli, öyle değil mi?       

CA: Bir dönem ve kuşağı anlatmaya çalışırken göz önünde bulundurmanız gereken şeylerden birisi de o dönemin hem soyut hem de somut mekanlarıdır. Kurmaca karakterler kullansanız bile aktaracağınız dönemin simgesel mekanlarını kullanmanız gerekir. Duvarlar’da mücadeleyi kaybetmiş bir kuşağın hikâyesini yazarken siyasal mekanlarla beraber karakterlerin içinde bulunduğu aitlik ve kopuş gerekçelerini de bu mekanlara bağlamam gerekliydi. Halil ve Oğuz’un ev arayışı, Birgül’ün hep çocuk kalmak ve büyümek istemeyişi, Aysel’in dönüp dolaşıp aynı duvarlar içine hapsolması bahsettiğim aitlikler ve kopuşlara dönük başlıklardı. Ayrıca siyasi olarak bir kuşağın kaderinin tayin edildiği Taksim ve Beyazıt meydanları hem büyük bir umudun hem de acımasız bir yaşanmışlığı gösteren yerler. Yaşanmış ve tarihsel olarak geride kalmış gibi görünen acılar hem o kuşağın hem de sonraki kuşakların hayatlarını şekillendirebiliyor.

AK: Bir Web sayfanız var. Bu sayfanızda güncel paylaşımlarınız ve çağdaş yazarlarımızla, kültür sanat dünyamıza katkı sağlayan kişilerle gerçekleştirdiğiniz podcast yayınlarınız mevcut. Biraz içerikten bahsedebilir misiniz? Podcast’in ismi Yazı Hariç fakat kültür dünyasına ve çağdaş edebiyata dair ışık tutan bir yanı var.  

CA: Yazı Hariç, benim Duvarlar’ı yazarken hazırlamaya başladığım bir podcast. Adını Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanının son cümlesinden alır: “Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Evet, tabii, tek teselli yazı hariç.” Bana ilham veren bu cümleden yola çıkarak başladığım, okuma ve yazma eylemlerine yönelik düşüncelerimle beraber konuk ettiğim yazar dostlarımla onların yazma süreçlerine dair sohbet ettiğim bir işti. 28 bölüm yayınladım ve fırsat buldukça devam etmek istiyorum. Hem kendi adıma hem de dinleyenler adına faydalı olduğunu düşündüğüm bir yayındı. Bir nevi kişisel deneyimlerimizi paylaştığımız, iyi niyetle sohbetler gerçekleştirdiğimiz ve kaydederken çok eğlendiğimiz bir iş.

Yorum bırakın