Avignon Beşlisi Üzerine Bir İnceleme

Lawrence Durrell’in 1974-1985 yılları arasında yazdığı ikinci başyapıtı Avignon Beşlisi dünya edebiyatının tarihine damga vurmuş yazarın külliyatındaki ikinci seri romanlar dizisidir. Biliyorsunuz ki, birinci külliyatı İskenderiye Dörtlüsü’dür ve bu dörtlü seri için yazdığım yazı da Prolog Dergi’de yayımlandı.   

Bir yazar için üst üste böyle külliyatlar yazmak hiç kolay bir yazı serüveni değil, öncelikle bunu söylemek isterim. Bu durumu belirtme sebebim, tek tek kitaplarla ilgili görüşlerimi belirtirken sebeplerini de ayrıntısıyla yazdığım şekliyle, Avignon Beşlisi’nde İskenderiye Dörtlüsü’nde rastlamadığımız şekilde bir dalgalanmaya maruz kalıyor olmamız. Okur olarak ne olduğunu pek de anlamadığımız, neler oluyor, hikâye neden bir türlü toparlanamıyor dediğimiz bir dalgalanma bu. Yazarın bu beşliyi yazarken 70’li yaşlarını sürdüğü ve insan ilişkilerinde, olaylarda, duygularda ve var olan atmosferdeki katmanlarda daha dikine bir yol kat ediş seçtiğini düşünürsek, çok yazmak istediği fakat hiç de kolay olmayan bir düşünme ve yazma deneyimine soyunduğunu söyleyebilirim. Çünkü yazılmak istenen atmosfer artık patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın atmosferi, insan ilişkileri bu dönemdeki insan ilişkileri, üstelik bombardıman altında ayakta durmaya çalışan şehrin her an düşebileceği ihtimalinin korkusu ile yaşanan olaylar ve tüm bunlara istinaden  duygularda zıtlıkların, ani iniş çıkışların Durrell’i hiç de kolay ilerleyemeyeceği bir yazı deneyimi koridoruna sokmuş olması.   Tüm bunlar düşünüldüğünde Monsieur ya da Karanlıklar Prensi, Livia ya da Diri Diri Gömülmek, Constance ya da Yalnızlıklar, Sebastian ya da Güçlü Tutkular, Quinx ya da Kusursuzluk Peşinde beşlisinde bir türlü yakalayamadığımız olay, duygu, durum bütünlüğünün yaratılamamış olması anlaşılabilir. Amma velakin sebepler bu olsa bile, edebiyatta kendi anlatım üslubunu, derinliğini, duygu durumlarını ve karakterlerini yaratmış bir yazarın Avignon Beşlisi’nde de aynı işçiliği yaratabilirdi elbet. Elbetler arasına şunu da ekleyeyim, Durrell klasmanında bir yazar için okur olarak beklentimizin yüksek olması anlaşılabilir bir durum. 

Avignon: Kralların ve Papaların şehri, tarihi Güney Fransa’nın başkenti, efsanevi Provence’in kalbi. Avignon Beşlisi, Hitler Avrupa’sından Ortaçağ’a, Fransız şatolarından Mısır çöllerine uzanan coşku ve dehşetin, tutku ve ölümün, daha da önemlisi Durrell için bilgisizlikten bilgiye geçişin anlatısı hedef alınarak yazılmış bir külliyat.   Agon, (Eski Yunanda, mücadele, oyun, müsabaka) Pathos (Tutku, Tecrübe) Anagnorisis (Bilgisizlikten bilgiye geçiş) bu üç evrenin bir araya gelmesiyle Avignon Beşlisi’ni tasarlamış olan Durrell edebiyat dünyasına tam anlamıyla Avrupa romanları külliyatı bırakmış oldu. Bir yanda yukarıda yazdıklarım var fakat, Avignon Beşlisi ile ilgili bu bilgi bile romanları tek tek okuma adına bir sebep.  Serinin ilk kitabı Monsıeur ya da Karanlıklar Prensi ile Avignon Beşlisi incelememe kitap bazında detaylı olarak başlıyorum. 

Monsieur ya da Karanlıklar Prensi

“Avignon çatlak kaldırımları, çöpleri eşeleyen kedileri ve eprimiş duvarlarıyla oldukça kirli ve köhnedir -kimi yerde şehir surları zamanla yenip yıpranmış, birer azı dişi gibi güdük kalmıştır.”

Avignon Beşlisi’nin ilk kitabı Monsieur ya da Karanlıklar Prensi’ne başlarken ilk söylemek istediğim Lawrence Durrell’in -kendisinin de her fırsatta belirttiği üzere- bir İngiliz olmayışı. Tam bir Akdenizli ruhuna, kalbine, duygularına sahip olan bir yazarla karşı karşıyayız. Durrell Beşli’nin daha ilk kitabıyla  “yine” gayet zarif ve şiirsel bir anlatı ile “yine” ruhumuzu ve duygularımızı nasıl da  doyuracağını belli ediyor. Eğer Akdenizli olmayı seçmeseydi (Evet İngiltereli olmadığını söylerken, Akdenizli olmak bir seçimdir) bu sefer hikâyesini anlatmak adına karlarla kaplı, karanlık bir Ortaçağ kentini -Avignon’u-seçmesine rağmen hikâyesini bu kadar duygularla dolu, şiirsel bir tonda anlatabilir miydi bilemiyorum. 

Durrell’in 1974 tarihinde yayımlanan bu romanında şehir yukarda da yaptığım alıntı da anlaşılacağı üzere, artık kendi çağı Ortaçağ’ın görkeminden uzak bir görüntü çizmekte. Bir de artık ayak sesleri iyice duyulan  İkinci Dünya Savaşı var.  Savaşın yıkıcı hissiyatı şimdiden tüm şehri, karakterleri, olayları sarmalamış durumda. 

İskenderiye Dörtlüsü’nde de olduğu üzere bir grup arkadaşın birbiriyle ilişkisinin anlatıldığı, bu sefer daha özgür ama gölgeli ilişkilerin, daha fazla yakınlaşma ama ihanetin, akıl almaz bir ölümün, dipsiz karanlığın söz konusu olduğu Monsıeur’de anlatımının her ayrıntısının daha da fazlasını üstüne koyarak ilerliyor ve bendeniz böylece  okumanın hazzına her hücremle daha da fazla vardığım bir roman okumuş oluyorum. Çünkü Avignon Beşlisi’nin yazılmasına sebebiyet veren Anagnorsis kavramı, yani “bilgisizlikten bilgiye geçiş” söz konusu. Bunu tam olarak görüyorsunuz serinin daha ilk kitabı ile birlikte.  Bir de alın yazısının mutluluk veya felaket için belirlediği kişilerin ya dostluğuna ya da düşmanlığına mazhar olma meselesi var.  

Piers, Piers’in kız kardeşi Sylvie ve eşi Bruce üçlüsü ile tanışıyoruz. Bu üçlünün karşısında Rob, eşi Pia ve Pia’nın sevgilisi Trash var. Bu altılı Durrell’in simetrik hikâye anlatı biçimini ortaya koyuyor. Hatırlarsanız aynı simetri dörderli yapı şeklinde İskenderiye Dörtlüsü’nde de vardı. Durrell’in şehirlerle çepeçevre sarmalanmış sakin, şiirsel anlatısı içerisinde bu simetrik yapı gözden kaçabilir fakat Durrell romanlarını lezzetli yapan en önemli unsur tam olarak bu. 

Gotik edebiyata aklımız kayıyor mu? Elbette kayıyor. Bir kere Avignon şehri Ortaçağ’a ait bir şehir olması ile son derece gotik zaten. Hikâyenin içinde dini ritüellerin ve tapınak şövalyelerinin cirit atarak gezindiğini, hikâyeyi her fırsatta beslediğini, bir de romanın isminin Karanlıklar Prensi’ne bağlanmasını düşünürsek aslında son derece gotik bir hikâye okuduğumuzu tespitini yapabiliriz. Romanın tetiklenmesene sebebiyet veren Piers’in intiharı, bu intihardaki çözülemeyen karanlık noktaların işin içine girmesi, alacakaranlığın şafak vaktine dönmediği bir zaman diliminden çıkamamamız gibi unsurlar da olunca gotik unsurlar zihnimizde tamamlanmış oluyor.   

Nefis olan şey ise şu, ki bunu sona sakladım: Durrell tüm bu gotik ve karanlık ve gerilimli ve yer yer tekinsiz unsurları o kadar sakin ve o kadar kendine has bir soğukkanlılıkla anlatıyor ki anlattığı hikâyenin zihninizdeki tadı birkaç gün sonra oluşmaya başlıyor ve zamana yayılıyor. Yazarın bunu bilinçli yaptığını düşünmüyorum fakat bilinçli yaptığı diğer şeylerin -seçilen şehir, hikâyeyi tetikleyen unsur, karakterler ve olaylar arasındaki simetri ve anlatıdaki soğukkanlı sakin anlatım- zihnimizde geriden gelen bu tadı yarattığını düşünüyorum.  

Livia ya da Diri Diri Gönülmek 

“Bazılarını sevdiğim ve ölene kadar seveceğim birçok Livia vardı; diğerleri üstümden düştü ve ölü sülükler gibi kurudu.”

Mousier’de kaydettiğim yüksekliği Livia’da bir türlü devam ettiremedim. Kitap sürekli irtifa kaybetme hissi ile okudum diyebilirim. Yere çakılmadım ama kafamın içinde bir türlü toparlayamadığım hikâye ile ilgili okuma hazzına ulaşamadım. Anlatı aynı sakin anlatı, bazı karakterler ilk kitap Mouseir’deki varlıklarına devam etmekte fakat aksamında hiçbir sorun olmayan bir aracın nedenini bir türlü anlayamadığımız şekilde yolda kalması gibi hikâye içerisinde bir türlü yol alamama hissi bu sefer çok hakimdi. 

Hikâyeler nasıl birbirine bağlanacak ve biz bunu karakterlerin hikâyeleri üzerinden ne derece yakalayabileceğiz, bu durum romanın sonuna kadar devam ediyor. Meta anlatı tercihi  (duyguları bırakarak anlatma) ve sürekli olarak yaklaşan felaket 2.Dünya Savaşı ifşaları bir tür bizi ikna etmeyen kararsız anlatımları beraberinde getiriyor.  Yazar Livia’a ana hikâyesini anlatmaya odaklanıp  akıcılık ritmini sağlamlaştırmaya devam etmek yerine olaylar durumlar karakterler arası bağlantı noktaları kurmaya devam ederek ilk başta kendisi bir tür çıkışsızlığın içine düşmüş gibi geldi bana.

Livia ve kız kardeşi Constance’nın başı çektiği hikâyede Nazi sempatizanı Livia ve nazizmin tam karşısında duran Constance savaşın atmosferini bize anlatmak İçin seçilmiş karakterler. Monsieur’un sonlarında tanıştığımız Blanford, (Avignon Beşlisi’nin kurgu karakteri Sutcliffe’i yazan yazar) Oxford’daki arkadaşlarının harap haldeki şatosunu miras alan Hilary’nin yanına gider ve orada Livia ve onun kız kardeşi psikanalist Contanca ile tanışır. 

Romanda ilk roman Monsieur’da kafamızda oluşan soru işaretlerinin peşine düşüyoruz elbet fakat Durrell’in yapmaya çalıştığı ergumanlarda hissettiğim bir şeyden bahsetmek isterim: Durrell bu sefer o kadar derin bir kazı gerçekleştirmek istiyor ki, kurgu karakterlerin ikinci kişiliği gibi karşımıza çıkmak istiyor sanki. 2. Dünya Savaşı’nın çok ağır olan, çok ağır bedeller ödenerek yaşanılmış olan karanlık sürecini daha iyi hissedip anlatmak adına yapmaya çalıştığı bu şey, hikâyeyi ağırlaştırıyor, sıktıkça sıkıyor ve zihnimiz bunaldıkça kafesi konulmuş bir kuş gibi yazarla birlikte çaresizce debeleniyoruz. Hemen burada aklıma şu soru geliyor: Yazar tüm bunları bilinçli yapmış olabilir mi? Tam da savaş atmosferini ve karakterlerin bu ağır sürece girişlerindeki psikolojilerine anlatmak adına yazının başından beri değindiğim akmayan meta hikâye anlatım tercihini bilinçli olarak seçmiş olabilir mi? 

Eğer durum buysa -ki bunu kendisiyle konuşabilmeyi gerçekten çok isterdim- Durrell gerçekten de yazdığı modern çağın en önemli yazarıydı. Sadece buna bağlamıyorum kendisinin yazarlığını elbet, zaten dörtlü ve beşli külliyatları yaratarak başlı başına değerli bir yazar olduğunu görüyoruz. Fakat Avignon Beşlisi’nin ikinci kitabı Livia ile yukarıda bahsettiğim atmosferin ağır şartlarını hissetmemiz adına bilinçli olarak ilk bomba düşmeden hemen önceki derin sessizliği ve iç daralmasını hissetmememiz adına yapıldıysa tüm bunlar Durrell edebiyatı sırf bu sebepten dolayı bile okunmaya başlanılması gereken bir yazar. 

Constance 

Livia’dan sonra, Constance ile güzel, derin bir nefes aldım. Durrell’in aklına, anlatım üslubuna ve gerçek ile kurgu arasında bizi hiç de ikna etmek gibi bir derdi olmayan karakter yaratımındaki güzelliğe hayranlığımla serinin üçüncü kitabına devam ediyorum.   

Constance’yı çok sevdim. Onu sevme sebebim beklenilen 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile onun Nazizme karşı milis kuvvetleri seçmesi,  Nazi tarafını seçen kız kardeşi Livia’yı her ne yaşanmış olursa olsun sevmeye devam etmesi, bir psikanalist olarak Freud’a yakınlığı ve Mısırlı sevgilisi Sebastian Affad ile savaşa rağmen kurduğu ilişki ve bağ (ve burada edebi yönü asla atlamaksızın  Durrell’in yazdığı sevişme sahneleri muazzamdı) değildi. Constance’nın o dönemin toplumundan tutalım da, kültürüne, politikaların geldiği noktalara ve soykırıma, insanlar arasında kurulan bağların Freud’yen çözümlemelerini onun duygularıyla vücut bulmasına varana kadar, tüm ölümlere  ve yaşanan soykırıma rağmen canlı kanlı yaşayan bir beden olarak savaş sonlansa bile hiçbir zaman sonlanmayacak olan yalnızlığının zihnimde ve kalbimde yarattığı etkiyi çok sevdim.  

“Constance yatağın kıyısına oturdu, kahve fincanının çevresinde ellerini ısıtırken, şu geçirdiği akşamı düşünüyordu. Çevresindeki karanlığı yanan bir mum harelendiriyordu. Kendini geriye dönmüş konuşmaları düşünür, tek tek zihninden geçirirken buldu, sanki bu askerlere bu eylemleri yaptıran şeyin ip uçlarını bulmak istiyordu. (…) Yatağa girdi, hafifçe üfürerek ışığı söndürüp nem kokan soğuk çarşafların içime gömüldü.”

Romanın son bölümü -Şehrin Düşüşü-  ise  anlatılan hikayenin ve şimdiye kadar yazılmış 2. Dünya Savaşı anlatılarının en tepesinde yerini aldı benim için. 

Sebastian 

Bendenizin sevgisi Lawrence Durrell karşı bakidir. Özellikle İskenderiye Dörtlüsü’nün anlatıdaki tutarlılığını, üst kurmacanın sebep sonuç bağlantıları açısından yerinde kullanımı, karakterlerin mekanlarla birlikte yarattığı atmosferi düşünürsek. Fakat Avignon Beşlisi’nde ciddi bir dalgalanma var. Ya da bir okur olarak bende mi var acaba? Sebepleri hep karşı tarafta aramamak lazım. Amma velakin Avignon Beşlisi’ne başladığımdan beri kitaplar arası yaşadığım dalgalanma ciddi boyutlarda. Neresinden tutup, nasıl dengede durabileceğimi çok düşündüm dördüncü kitap Sebastian ile birlikte. 

Monsieur ile çok iyi başlayan seri Livia ile düşüşe -ki bu düşüşe mantıklı cevaplar bulmak adına birkaç soru sormuştum- Constance ile Durrell’in edebi anlatısına dair tekrar iyi bir yükselişe fakat şimdi Sebastian ile maalesef tekrar “yahu yine ne oluyor” dediğim bir düşüşe geçtim. Çoğu yerde metin bir türlü akmadığı İçin dura dura okuduğum bir hikâye ile karşı karşıya kaldım. Canım sıkılmadı desem yalan söylemiş olurum. Çünkü Durrell’in anlatısı, olayları birbirine bu derece durağan bağlaması ve karakterleriyle kurduğu bağ bu derece zayıf olamaz, olmamalı. Olamayacağını  İskenderiye Dörtlüsü ile Avignon Beşlisi’nin birinci ve üçüncü kitaplarında görüyoruz. Ne olmuş olabilir? Ne düşünmüş olabilir? Psikolojisi neydi ve tam da bu kitapları yazarken hangi şehirde ikamet ediyordu? Çünkü Durrell tüm bu soylarla beraber yaşadığı şehrin ruhuna ve düşüncelerine, duygularına bürünen bir adam olarak edebiyat dünyasında Durrell etkisini yaratabilmiş bir yazar. 

“Aynı insanlar, hiç farkında olmadan başkalarıdır da.” 

Evet, kitaptaki bu cümle sanırım Durrell edebiyatına rağmen Avignon Beşlisi’ndeki dalgalanmaya güzel bir örnek cümle. Şimdi sıra serinin beşinci ve son kitabı Quinx’te. Son kitabı umarım bir toparlanma olur diyerek okuyacağım.   

Quinx

“O benim kitabımı yazmaya çalışıyor; herkesin itişip kakışmadan ve telaşsızca yolunu bulabileceği karmakarışık gerçekleri anlaşılabilir düzgün bir dille sıralayarak başlamaya çalıştığım kitabı.” 

Avignon Beşlisi tam da bu alıntının tezahürünün tam tersi bir seri olarak Quinx ya da Kusursuz Adamın Öyküsü kitabı ile bitti benim için. Alıntının tam tersi, diyorum çünkü seri ile ilgili bir toparlanma beklentisi ile Quinx’e başladım fakat olmadı. Durrell de belki toparlamak istedi, ki beşinci kitap itibariyle elbette bunu yapmak istemiş olabilir fakat Ouinx yayınlandığında 70 yaşın üstünde olduğunu düşünürsek edebiyat dünyasında bir duayen olarak kabul edilen yazara editörünün de gerekli müdahaleleri “yapamadığını!” düşünüyorum. Quinx’te tüm karakterler ve olaylar ve duygular bir araya gelse de Avignon Beşlisi benim için toparlanamamış bir seri olarak bitti. 

Lawrence Durrell’i dünya edebiyatında duayen yapan seri İskenderiye Dörtlüsü’dür. Avignon Beşlisi’ni de yaratan İskenderiye’dir. 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına çok kısa bir süre kala, savaş öncesi atmosferi, insan ilişkilerini ve sevgiyi anlatan dörtlü kitap sonrası, savaşın başlamasını, sürmesini, dağılan şehirleri, insanları ve sevgileri anlatan Avignon Beşlisi aslında bu maddeleriyle amacına uygun bir yapıyı oluşturabilmiş. Fakat aynı yazar, aynı anlatı üslubu, aynı tematik göstergeler mevzu bahis olsa da bu sefer edebi unsurlardaki zayıflık ve kopukluk ile bir tür toparlanmama ve zemini sağlam  olmayan yolda  aslında anlatılmak istenen sarsıntılar eşliğinde sürekli savrulma söz konusu. Yazarın kendisi değil de yazdığı beşleme güçlü sarsıntılarla savrulup sarsılsaydı bizler ikinci dünya savaşının o çok fena olan yıkıcı etkisini Avignon Beşlisi sayesinde aklımızdan ve ruhumuzdan  çıkaramama noktasına gelebildik. 

Avignon Beşlisi’ni İskenderiye Dörtlüsü’nü okumadan okumaya yeltenmeyin lütfen. Böyle bir seçim yaptığınız takdirde Lawrence Durrell kitaplarını bir daha elinize almamanız mevzu bahis olabilir ki, bunu kesinlikle istemem. Çağdaş edebiyat ikliminde modern dünya edebiyatı içerisinde kendi edebi kültürünü yaratan bir dünya yazarı Lawrence Durrell kesinlikle. Durrell edebiyatını tanımanız ve okumanız dileğiyle. 

Yorum bırakın