Fatma Nur Kaptanoğlu Söyleşisi / Başkasının Yerini Tutamayan Adıyla Müsemma Öyküler (29 Ocak 2020)

Türkiye’de yeni hikaye anlatımının öncüleri arasında saydığım Fatma Nur Kaptanoğlu ile söyleşi yapmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Homologlar Evi öykü kitabı, içindeki öykülerle, öykülerin biçimleri ve içerikleriyle çok özel bir kitap. Biçim, derken ne demek istediğimi kitabı alıp okuduğunuzda daha iyi anlayacaksın.

10 öyküden oluşan Homologlar Evi, Fatma Nur Kaptanoğlu’nun ikinci öykü kitabı. Her bir öyküde cesur bir hamleyle yeni olanı denemekte hiçbir sakınca görmeyen ve bu cesaret ile birlikte her bir öyküsü kendi özgür alanında akıp giden Homologlar Evi’ni mutlaka alıp okuyun. Bu çok katmanlı ve güzel söyleşiyi de elbet…

  • Aynur Kulak: Üniversite eğitiminizi Eskişehir Osmangazi  Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlıyorsunuz. Edebiyatla olan ilişkiniz üniversite yılları ile beraber mi başladı yoksa geçmiş zamana doğru gidersek ilk hangi döneminizden bahsedersiniz? İlkokul, ortaokul yılları mı? Edebiyatla ilk ilişki kurduğunuz zamanı merak ediyorum aslında?

Fatma Nur Kaptanoğlu: Aslında bu hem klişe hem de bir o kadar gerçek bir hikaye. Yazmaya, “bir sabah uyandım ve evet artık yazmalıyım” diyerek başlamadım. Okuma yazma öğrendiğim ve kitapların gücünü keşfettiğim yaşlarda -bu da 7-8 yaşlarına denk geliyor- yazmanın dürtüsünü keşfettim. Hatta sonraları, annem ile eskileri kurcalarken o dönemde tuttuğum defterlerin içinde kendi yazdığım şiir ve mektupları fark ettik. Tüm yazıların altına adım ve soyadımla imza atıp, tarihler belirtmişim. İnanmak böyle bir şey sanırım.

Bir başka rivayete göre -bu anneannemin büyük romantizmi de olabilir- daha 4-5 yaşlarında pencereden dışarı izlerken sözlü şiirler yazarmışım. Bunu asla hatırlamıyorum. İnanması zor değil ancak yine de anneannemin olayları romantizme etmesi olarak yorumlayabiliriz bu durumu. Belki şarkı söylüyordum o an, kim bilir?

Bu hikayelerden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, hayatımda kendimden en emin olduğum an varsa o da yazar olmaya karar verdiğim andı. Bu kararımdan sonra yazı hayatımdaki hiçbir şey tesadüfi bir şekilde ilerlemedi. Hepsi bilinçli tercihlerdi. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okumam da bu bilinçli tercihlerden biri.

  • Yazarlık, editörlük, öğretmenlik… Hangisini yaparken kendinizi tam bir bütün olarak hissediyorsunuz? Aslında aradığım cevap bütünlük meselesinden ziyade, parçalanmak. Parçalardan bütüne ulaşmak veya bütünlük varsa eğer parçalamak. Parçalanmak ve bütünlenmek esnasında akışta olma halinde hissetmeyi en çok hangisinde yaşıyorsunuz?

Yazarlık, hayatınız içinde başka hangi işlerle ilgilenirseniz ilgilenin -bu illa bir meslek olmak zorunda değil, bu duruma arkadaşlarla gezip sosyalleşmek de dahil- sizi parçalayan bir tercih. Bu nedenle bu yola çıkıldığında anda zaten parçalanmayı kabul etmek gerekiyor. Sevgilinizle vakit geçiriyorsunuz, aklınızın bir kısmı yazmayı düşündüğünüz ya da yarısında bıraktığınız öykünüzde. İşe gidiyorsunuz, karnınız acıkıyor, kavga ediyorsunuz mutlu ve sevinçli anlar yaşıyorsunuz, zihninizin bir kısmı yine orada. Bu, kaçınılmaz. Hatta belirli bir noktada eğlenceli de. Düşünsenize herkesten farklı bir gerçeklik algınız var ve orayı sürekli, küçük küçük inşa ediyorsunuz, canınız sıkılıyor, darmaduman ediyorsunuz. Hem özgürlük hem de güç iç içe.

  • Yukarıdaki soruyu sorma sebebim Homologlar Evi. Çizgimiz kadar ve sınırımızın hemen üstü. Kitaptaki öyküler neysek onu bize gösterme konusunda en basit noktadan, gündelik sıradan ayrıntılardan ilerliyor. Bir el hareketi karşısında hissettiğimiz duyguyu veya saçımızdaki dönerin yüzümüze kattığı ifadeyi bütünlüyor veya parçalıyorsunuz. Fakat taşmıyorsunuz. Dökülmüyorsunuz. Çizgimizin neresi olduğunu bilerek ve sınırın neresinde duracağınızı ayarlamış vaziyette anlatıyorsunuz tüm öykülerinizi. Üstelik henüz 26 yaşındasınız!

Yaşım avantaj mı dezavantaj mı ya da tüm bu beklentiler çok mu önemli bilmiyorum ancak bu dünyada, yaşadığımız süre boyunca sahip olduğumuz tek gerçek olgunun “zaman” olduğuna inanıyorum. Evet, zaman kontrolümüzde değil ancak nefes aldığımız süre boyunca ona hakimiz ve nasıl değerlendireceğimizi biz belirliyoruz. Zamanı bükebilir, ona kimsenin yaklaşmadığı gibi yaklaşabilir ve detaylarını görebiliriz. Bunun için özel güçlere ihtiyacımız yok, sadece fark etmemiz gerekiyor hepsi bu.

Sınırların önemli olduğunu düşünüyorum her zaman. Çünkü sınırlar her zaman aşılacak çizgileri bize referans gösterir. Sınırlar varsa aşmak gereklidir ve aşma içgüdüsü bizi geliştirir. Öykülerimde sınırları aşıp, hemen aştığım noktada bırakmayı seviyorum. Orası hem korkulan hem merak edilen hem de bir türlü adım atılmayan taraf çünkü.

Yoldayım, deniyorum, aşacağım ve aşmaya yeltenemeyeceğim sınırlarla yazmaya elbette devam edeceğim.

  • Yukarıdaki soruda yaşınızı belirtmemin sebebi; sizin kuşak hep vurdum duymazlıkla, yediği önünde yemediği ardında, sorumsuzluk abidesi olarak gösterildi ve öyle algılanmak istendi bir önceki kuşaklar tarafından. Halbuki o kuşaktan biri, Giardino di Rose, Bu Sabah Kalbinin Eskisi Gibi Atmayacağını Öğrendi öyküsünü yazdı. Bir hastane odasından anlatılıyor öykü. Belki anlatıcı ve Rose anne-kız. Belki anneanne-torun. Belki de anlatıcı ve anlatıcının hasta yatağındaki hali; yani ben ve kendisi… Bilmiyoruz. Öykünün neresini seveceğimi şaşırdım aslında. Hastane duvarındaki tabloları anlattığınız bir yer var. Ölmek üzere olanlar, ölenler ve kadavralar… Onlarla olan ilişkimiz. İlişkilerimiz ne durumda? Kendimizle olan ilişkimiz, kişilerle olan ilişkimiz, kuşaklarla olan ilişkimiz, yaşayanlarla ve ölülerle olan ilişkimiz… İletişim üzerine kuralı bir çağda yaşarken ilişkilerimizde niye bu kadar zorlanmaya başladık?

Rose öyküsü herkesin bir teori ürettiği ancak henüz kesin bir doğruyla karşılaşamadığım bir öykü. Aslında doğruyu ve gerçeği amaçlamıyorum bu öykü için. Anne kız? Anneanne torun? Ben ve kendim? Ya da iki sevgili? Önemi yok. Önemi olan tek şey, Tahmin ettiğimizden daha özel olmayan insanların tahmin edemeyeceğimiz kadar çok sevilmesi. Çünkü hepimiz böyle sevgiler yaşıyoruz ve bu sevgiler güzelliklerinin yanında gerçekten ağır.

Ölüm ve sevginin bu kadar iç içe kullanılmasının sebebi de aslında ölüm gerçeğinin sevginin şeffaflığını ve karşılıksızlığını alıp götürmesi ve bir süre sonra ölen kişi için değil de kendimiz için üzülmeye başlamamız, “onsuz ne yapacağımlar”la boğuşmamız. Hem insani hem de bencil bir durum.

İletişim çağında yaşadığımız iletişim problemlerimiz de bu bencilliğin bir sonucu. Bencil olmanın kötü olduğunu da düşünmüyorum ancak seviyesi çok önemli. Sevginin sınırsızlığına ve hayatın geçiciliğine inandığımız noktada bencillikten uzaklaşabiliyoruz. Ama konu her an istediklerimize ulaşabilme, alternatiflerimiz çokluğu ve sınırsız tüketime geldiğinde ayarımız kaçabiliyor.

  • Kitaba ismini veren Homologlar Evi öykünüz. Homolog bir başkasının yerini tam olarak tutan. Ve kitaptaki tüm öykülere baktığımızda hiçbir karakterin homologu yok. Lütfen diyorsunuz ince okuyunuz, ince okumanız her şeyden mühim.Neden? Homologun var olduğu ama hiç kimsenin de homoloğunun olmadığı bir dünyada yaşıyor olmamızdan dolayı mı böyle okumamızı istiyorsunuz bu öyküyü? Bu öykünün diğer öykülerden farkı, “ince okumamızı” rica edeceğiniz kadar farkı ne olabilir?

Burada Türkçenin fonetiğinden ve o çok derin anlamından dem vuruyorum. Hayat, hep “ince okumamız, görmemiz, yaşamamız gereken” noktalarda var. Bu noktaların kaçırdığımız zaman robotlaşıyoruz. Artık öyle bir noktadayız ki iki kişi olduğumuzu zannettiğimiz zamanlarda bile onlarca kişiyiz. Bir sosyal medya bildirimi, bir mail, bir arama, bir mesaj bizi olduğumuz noktadan kilometrelerce uzağa/yakına getirebiliyor. Bunlara bu kadar açık olmak ne kadar doğru?

Tüm öykü bunu sorguluyor. İnsanların homologu olmadığı gibi zamanın da yok. İnce okuyalım, ince görelim, ince yaşayalım ve eşsiz olan her anın hakkını verelim. Öyküdeki kendim için temennim bu. Peki gerçekleştirebiliyor muyum? Bazen evet, bazen de asla. Bakalım nereye kadar böyle gidecek.

  • Bence de bir limonun homoloğu başka bir limon olabilirken, bir insanın homoloğu başka bir insan olamıyor. Hatta bir adım daha gidersek; insan değişebilen bir varlık. İlişkilerimiz esnasında, “ne kadar değiştin ya da çok değiştin” ithamında bulunabiliyor veya ithamına maruz kalabiliyoruz birbirimize karşı. Yani zaman içinde kendi kendinin homologsuzluğu  bile olabiliyor insan. Ne dersiniz? Homologlar Evi’nin dinamikleri nasıl oluştu zihninizde?

Çoğunlukla eskiyi özleriz. Sevdiğimiz insanların eski hallerini, eski ilk tepkilerini, eski laflarını, eski sevme şekillerini. Tüm bunlar için de her zaman karşımızdakini suçlarız. Kendimizin değiştiğini fark etmeyiz, buna, kabul etmeyiz de diyebiliriz pek tabii. Halbuki çok kısa bir an da olsa denk düşebildiğimiz için mutlu olmamız ve bu arayıştan vazgeçmemiz gerekir. Ama olmaz.

Kendimizin, en temel tepkilerimizin, ten sıcaklığımızın, eski ve yeni hallerimizin homologu olmadığını anladığımda önce kendimin ne kadar değiştiğine ve karşımdakini “değiştiği için” ne kadar suçladığıma baktım. Homologlar Evi öyküsü tam olarak burada başladı. Fark et, sorgula ancak yargılama.

  • Homologlar Evi öykünüzde anlatmak istediğiniz meselede ısrarcısınız. Gerekirse kelime kelime açacağım anlatmak istediğim şeyi diyorsunuz. Bir başkasının yerini tam olarak tutan “yoktur yoktur yoktur” diyorsunuz mesela. Fakat meseleyi anlasınlar diye ya da bir anlam arayışı derdiniz de yok sanki. Daha çok böyle anlatmayı tercih ettiğiniz için böyle anlatıyorsunuz. Homoloğun anlamı tanımının dışında bu da olabilir diyorsunuz sanki. Ne dersiniz? 

Kelime tekrarları sıklıkla kullandığım bilinçli bir tercih. Temennim sanırım o gerçeğe önce kendimi inandırmak belki sonra okuyucuyu tam olarak inandırmasam da o konu üzerinde düşünmesini sağlamak.

  • Ekşi Mayalı Ekmeklerden Raif Bey Yapma ve Ada’ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin. Yaşlı Raif Bey ile gencecik Ada’nın öykülerinin art arda olması tesadüf müydü? Tesadüf bile olsa çok etkileyici bir tesadüf çünkü; biraz zaman vermemiz gereken Raif Bey ile fazla zamanı olmadığını hissettiğimiz Ada hayatın yaşam ve ölüm gerçeğini yansıtmaları açısından son derece iç burkan bir noktada duruyorlar. Bu öykü kitabı “Bir başkasının yerini tam olarak tutan.” bir mesele üzerinden değil de her bir bireyin; Rose’un, Raif Bey’in, Ada’nın, F’nin kendi dünyalarında benzersiz bireyler olmaları meselesiyle daha ilgili sanki.

Homologlar Evi dosyaya oluşturmaya başlamadan önce yazdığım ilk öykü. Tüm öyküler Homologlar Evi’nin çerçevesinde buluşuyor. Bu nedenle her karakterin kendine has özellikleriyle benzersiz olduklarını ve bunu vurgulamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Sizin de fark ettiğiniz gibi, zamana ihtiyacı olan Raif Bey ve fazla zamanı olmayan Ada bunlara örnek J

Öykülerin sırası elbette bilinçli. Dosyaya en son eklenen öyküm de Ada’ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin öyküsü oldu. Raif Bey’in öyküsünün sonrasına uygun olduğunu düşünmüştüm ancak sizin yakaladığınız yerden hesaplamamıştım. Hoş bir tesadüf olmuş J

  • Öykülerde şehir insanının dünyasının içindeyiz. Evinde, kendi odasında, sokakta, bir hastanede, metro istasyonunda, ofisinde, bilgisayarının başında şehirli insan hikayeleri aktarılıyor. Şehirli insanın dünyaya bakışını, kullandığı dili, hayata tutunabilme dinamiklerini görüyoruz. Mesela, Paralel Evrende Metro Yolculukları öykünüz. Şehirde bir metroda zamanın hatta saniyelerin, sarı çizgilerin, gelmekte olan metronun (yaklaşan zamanın somut hali olarak) insan ruhunda, düşüncelerinde nasıl bir paralel evren yarattığı hissi çok iyi aktarılmış. Şehir bizi besleyen bir yer mi yoksa bizi çok yoran, mahveden, bu mahvetme karşısında kendimizi kurtarmak adına paralel evrene geçiş yaptığımız devasa bir sistem mi? 

Ben Marmarisliyim. Üniversiteyi de Eskişehir’de okudum. Çok büyük şehirlerde yaşamadım kısacası. 2016 yılında İstanbul’a taşınana kadar. İstanbul’a taşındıktan sonra büyük şehirlerin içindeki o gücü ve dev çukurları gördüm. En kalabalık yerlerde sıkıştım, en büyük alanlarda nereye gideceğimi bilemedim, dolandım durdum. Penceresi başka bir pencereye bu kadar yakın apartmanlarda ilk kez İstanbul’da yaşadım. Büyük telaşları, büyük hırsları ve en büyük vurdumduymazlıkları burada gördüm. Bu şaşkınlık beni şehir dünyasındaki insanları yazmaya itti, benim için yeniydi ve her yerde malzeme vardı. Kitaplarımdaki öykülerin çocuğunda şaşkınlık ve bu şaşkınlığın kabullenmişlik hali var.

  • Bu çağı birebir yansıtan çeşitli iletişim araçlarını, sembollerini ilk öykünüz Giardino Di Rose dışında (o öyküde duvardaki tabloları var) hepsinde kullanıyorsunuz. Whatsapp yazışmaları, listeler, şirketlerde power point sunumunda kullanılana benzer tablolar, Google, fotoğraflar. Bu çağın iletişim şekli bu olduğu için dili de bu araçlar üzerinden oluşuyor, artık oturup Ulysses’i okumayacak insanlar, telefonunu açıp kendisine lazım olan bölümü veya paragrafı belirleyip sadece orayı okuyacak diyebilir miyiz?

Günlük hayatımda kullandığım teknolojik materyalleri öyküye yerleştirme fikri aklıma ilk geldiğinde risk aldığımın farkındaydım çünkü Türkçe edebiyat için alışagelmiş bir durum değil. Başka dillerde örneklerini görmek mümkün tabii. Günlük hayatın içinden günlük hayatın birçoğumuz için olmazsa olmazlarını öykülere dahil ettim. Buna ihtiyaç duyduğum için yaptım bunu. Artık yemek tariflerimize internetten bakıyor, beğeni sayılarına göre onlara inanıyor/inanmıyor, şarkı listelerimizi dijital mecralarda oluşturuyoruz. Ben de aslında hayatımıza kolayca aldığımız ancak işin içine edebiyat girince duraksadığımız bu ikonları öykülerin içine yedirmeye çalıştım.

Matematiğin ve görselliğin kanıtlayan ve ikna edici tarafını öykülere da dahil ettim. Bir Excel tablosu ile duygusallık oranımı paylaştım. Amacım, netliğin ve gerçekliğin ne kadar somut olabileceğini anlatmaktı. Çünkü ancak bu şekilde ikna olabiliyoruz.

  • Bir söyleşinizde “sıradan öyküler yazıyorum” demişsiniz. Sıradan gibi gözüken, basit gibi gözüken öyküler yazıyorsunuz evet. Fakat bu iyi öyküler için önemli iki detay aslında. Dışarıdan bakınca basit ve sıradandanmış gibi gözüken ama okudukça kendini var eden öyküler. Hatta şunu bile söyleyebilirim bu ‘basit’öykülere bakıp: Öyküleriniz  Obsesiflik düzeyinde. Hem duygu anlatımlarını hem mekan anlatımlarını hem de karakterlerin fiziksel görünüşlerini (F’nin çorabını araması, giyinmesi mesela) son derece detaya inerek yazmanız çok önemli ayrıntılar bence. Ne dersiniz?

Aslında söyleşinin başında sorduğunuz soruya paralel bir yanıt vereceğim buna. Sıradan hayatlar yaşayan sıradan insanlarız. Hayat, obsesiflik olarak yorumladığınız detaylarda öylece yatıyor ve farkımız tam da bu noktalarda çıkıyor. Onları yazmak, gün yüzüne çıkarmak, incelemek incelemek ve detaylandırmak sıradan hayatların arkasındaki o büyük duyguları ve insanları bize gösteriyor.

  • Homologlar Evi ikinci öykü kitabınız. İlk kitabınız Kaplumbağaların Ölümü. Yazma konusunu çok aceleye getiren biri değilsiniz. Böylesine bir hız çağında uzun bir zamana yayıyorsunuz. Öyküleriniz açısından çok kıymetli bir seçim olduğunu düşünüyorum bunun. Ama yine de sormak isterim. Bundan sonraki kitabınızla ilgili kafanızda bir şeyler oluşmaya başladı mı?

Tabii ki başladı. Zamanı henüz bilemiyorum ama Homologlar Evi ile vedalaştım sanırım. Söyleşiler, konuşmalar, incelemeler… Çok da tüketmemek de fayda var. Şimdi sıra üçüncü kitapta. Bakalım nereye yol alacağız.

#fatmanurkaptanoğlu #öykü #edebiyat #kitaptavsiyesi #kitapönerisi #kitap #2020 #aynurkulak #söyleşi #röportaj #homologlarevi

Yorum bırakın